"Mehveş Hanım'ın Organik Gözyaşı Bahçesi" İçin Bir Giriş Denemesi

Yeşillikler arasında öyle sessiz sakin akıyormuş gibi görünen caddenin ortasında bir yerlerde olmalıydım. Ne ucu görünüyordu ne sonu. İki yanındaki bahçeli evlerden kaldırıma taşan ağaç dallarının görülmeyen ama hissedilen gölgesi, rüzgârın yaprakları söylemeye zorladığı o ezgi, dalların en yüksek ve en gizli yerlerini bulup tünemiş kuşların katılımcı cıvıltıları ve hatta göğün ağır ağır karanlığa teslim olan mavi-gri rengi hep aynı şarkıyı söylüyordu. Durma, yürü!
Bense inatla duruyordum. Bahçe duvarlarından birinin önündeki çoktan unutulmuş, unutulduğunu bile unutmuş otobüs durağındaydım. En az bahçelerdeki ağaçlar kadar oraya ait hissediyordum kendimi. Rüzgâr farkımı hissettirmeye çalışıyor olacak ki özel bir alaka gösteriyordu saçlarıma. Ellerimi cebimden çıkarmak pahasına yeniden, bu kez daha sıkı topladım saçlarımı. Sonra, ellerimi cebime sokmadan bir de saate bakayım dedim. Alışkanlık işte, insan kolay vazgeçemiyor. Beklemek zamanla ilgili değil oysa. O bir yaşam biçimi.
Durağa geleli neredeyse kırk beş dakika olmuş. Otobüs bir yana, toplasanız on araba geçmedi. Değil durağı, caddeyi bile pek hatırladıkları yoktu galiba. Hiçbir yerin kestirmesi değildi herhâlde.
Rüzgâr saçlarımı toplamama sinirlenmiş gibi birden şiddetini artırdı. Yapraklar canları yanmışçasına daha yüksek sesle hışırdamaya başladı. Başımı gökyüzüne çevirdim. Ona baktığımı görmüş ve bu cüretimden hoşlanmamış gibi gürledi. Gülümsedim. Beklemeye başladığımdan beri ilk kez gülümsedim. Gülümsemem sinirini iyice bozmuş olacak ki bu kez önce gözlerinden ışıklar saçarak baktı, sonra bir daha gürledi. Derin bir nefes aldım, sonra istemsizce biraz daha gülümsedim. Toprak, beklediği insan karşıdan görününce daha fazla bekleyemeyip koşmaya başlayanlar gibi kokuyordu.
Onu ciddiye almadığımı düşünen gökyüzü son bir kez daha gürledi, ardından daha fazla dayanamayıp ağlamaya başladı. İlk damla tam ayağımın dibine düştü. Tedirgin ama aceleci. Gözlerimi gökyüzünden aldım, yere çevirdim. Aynı mütebessim ifadeyle yağmur damlasının cesedine baktım. Ben de toprağa uydum, erkenden bir yağmur sevinci sardı içimi. Çok değil, birkaç saniye sonra, ne kadar yakını varsa ilk damlanın cenazesine üşüşecekti.
İkinci damla ilkinin birkaç metre ilerisine düştü. Sonra önceden prova edilmiş gibi, hiçbiri bir diğerinin alanını işgal etmeyecek şekilde hızlandılar. Rüzgârın şarkısına ritim tutuyorlardı sanki. Ellerimi cebimden çıkarıp durağın dışına uzattım. Zaten durak yeterli koruma sağlamadığından dışarı çıkmaya ihtiyaç duymadım. Hiç kıpırdamadan sırılsıklam olabilirdim.
Yağmur iyiden iyiye hızlanırken, duraktaki yalnızlığımı tüm dünyaya mâl ettiğimi hissediyordum. Koca dünyada bir ben vardım, yağmur yalnız benim üstüme yağıyordu sanki. Saçlarımdan, gözlerimden ve burnumdan süzülen damlalar yeryüzüne hızla yayılan askerlerimdi sanki.
Kendimi dünyanın hakimi ilan etmek üzereydim ki karşı bahçede bir ışık yandı. Evinin kapısı zorlanan biri gibi hissettim kendimi. Farkında olmadan durağın köşesine doğru çekildim. Bir yandan da olay mahallini görmeye çalışıyordum.

Bahçe kapısı gıcırdayarak açıldı ve yetmiş yaşlarında bir kadın çıktı dışarı. Elinde bir karton kutu vardı. Telaşsız adımlarla bahçe kapısının biraz ilerisindeki çöp kutusuna doğru ilerledi ve kutuyu kenara bıraktı. Geri dönerken beni gördü. Göz göze geldik. Bir an donup kaldım. Gözlerimi kaçıramadım. Kadının yüzünde beni çeken tuhaf bir şeyler vardı. Bu dünyadan değildi sanki. Güzelliği öylesine ışıldıyordu ki yağmur bulutlarının bile gözü kamaştı.

Yorumlar