YEŞİL DENİZ: İDEAL MUTSUZLUK REHBERİ


Giriş cümlelerinde pek iyi değilim. Kendimi bildim bileli hep zorlandım başlamakta. Bir de başlık atmakta... Biri arkadan ittirdi miydi ama, sonrasında iyi kötü ilerlerim. Belki zamanında Leyla ile Mecnunda kendimi bulmam bu yüzdendi. Kendimi bulduğum karakter de İskenderin arabasıydı galiba. Ne garip, insan, sevdiği her şeyde kendini seviyor galiba. Keşke bunun bir yansımasının da kendine haksızlık ettiğinde, aslında sevdiklerine de haksızlık ettiği gerçeği olduğunu fark edebilse.
Bu sabah, akşam eve geldiğimde Yeşil Deniz izleyeceğimi biliyordum. Bir süredir yazmak istediğim bir iki konu vardı aslında ama bu akşam da karmakarışık not defterime bir iki madde ekleyip ilhamı bekleyeceğimi düşünmüştüm açıkçası. Öyle olmadı. Yine suları yükseldi içimdeki denizin. Taşmak istedi.
Çünkü İsmail, kimseye değil de Şükrüye sorduğunda hani mutsuzluğu mu seçmeli yoksa suçluluk duyacağın bir mutluluğu mu diye, Bu hayatta iyi insan olmaya çalışmanın bir bedeli var, dedi Hurdacı Şükrü. Sonra bir es verdi. Bir kez daha tekrarladı aynı cümleyi. Bu hayatta iyi insan olmaya çalışmanın bir bedeli var. O bedel mutsuzluksa da yapacak bir şey yok.
Karakter olarak tam da Şükrünün söyleyeceği bir şeydi bu, eyvallah. Bunca bölüm boyunca olaylar karşısında aldığı bütün tavırları düşündüm, söylediklerini, yaptıklarını... Sonra karakterin mesleğinin hurdacılık olmasının tasarlanmış bir şey olup olmadığını düşündüm. Bu tam da bir hurdacının söyleyeceği bir şey çünkü. Zira bugün iyi insan olma çabası artık yalnızca hurdacıların ilgi alanına giriyor. Pırıl pırıl vitrinlerde mutluluk vaatleri var hep. Üstelik organik bir mutluluk olduğundan da şüpheliyim bunun. Başarıya, istediğine sahip olmaya dayanarak büyüyen bir mutluluk... İyi insan olma arzusu, çabası, hayali... her ne ise işte, hurdaya çıktı sanki. Hikâyenin başından beri Şükrünün temsil ettiği pek çok değer gibi...
Süleymanla İsmailin suyun başında konuştuklarını düşündüm sonra. İsmail suyun akışına bakarken, Nasıl da dertsiz tasasız akıyor, dediğinde Süleymanın verdiği cevabı düşündüm. Suların taşlara çarpa çarpa akışını anlattıktan sonra, Dertsiz olur mu hiç? Dertsiz bi şey var mı len bu dünyada? deyişini. Ama galiba en çok bunu söylerkenki güleç yüzünü düşündüm. Derdi büyütmeyişini zihninde, gönlünde... Altını çizmeyişini, hayatın en doğal parçası olarak kabullenmişliğini... Çünkü acılar, dertler, tasalar, biraz da bir başkasının okuduğu bir kitabı onun ardından okurken gördüğümüz o altı çizili cümleler gibi geliyor bana. Boş yere oyalıyor insanı. Durup neden çizmiş olabileceğini düşünüyorsun. Sen de sevmişsen bile o cümleleri, yine de durup bir kez daha okuyorsun, onun ne gördüğünü anlayabilmek için... Oysa her insan kendi kitabını başkalarının altını çizdiklerine takılmadan okuyabilmeli. Kitaptaki herhangi bir cümle gibi okuyup gidebilmeli dertlerinin üzerinden. Ayrı bir parça değil ki dertler kitabımızdan... Üstelik onları ayıklayınca bütünlüğünü yitiriyor hikâye. Galiba Yeşil Denizde beni en çok çeken, derde de sevince de büyüteç tutmayışı zaten.
Sonra mesela, Zümrütün Hayati ile Mücadiyenin hikâyesini dinlerken kaçıp uzaklara gitme fikrini gözleri parlayarak zihnine kabul edişini tuhaf bir hüzünle izledim. Kimi insanın ilk aklına gelen çıkıştır kaçmak ya, ne tuhaf, olmaz bir hayal olarak bile aklından geçirmemiş bunu Zümrüt. Bazı insanlar böyledir ama. Böyle... Mutsuzluğa da razı insanlar, mutluluğu hak olarak görmeyenler, böyledir. Kalbinin labirentlerinde döner durur da, tam karşısındadır kapı, açmayı akıl edemez.
Mutsuzluğa da razı insanlar... (dayı çıkarırsak anlam bozulur, bakmayın ayrı yazdığıma) Aslında Yeşil Denizin bütün karakterleri biraz öyle. Mutsuzluğa da razı... Herkes mutsuzsa Yeşilovada, hadi mutsuz demeyelim de, mutluluğa tam doyamamışsa, hep bir başkasına ikram etmekten kendi paylarına düşen mutluluğu.
Doğrunun ne olduğu çağdan çağa değişmiştir hep. Bir şeyler, saçma sapan bir şeyler bazı doğrular bazı yanlışlar çıkarır ortaya. Doğru olanı yapmak filan, karmaşık şeyler bunlar. Ama insanın kalbinde şaşmaz bir pusula var. Çoğu kez -toplum, aile, gelenek, hıdı, bıdı gibi, hadi kolayına kaçıp hayat diyeyim- hayatın tozu toprağı yüzünden kendini gösteremese de, pas tutmuş olsa da, insan yüzüne bile bakmasa da, kalbinde şaşmaz bir pusula var. Ona sorduğu zaman bir şansı oluyor gerçek/tanımsız doğruyu bulmak için. Herkesin yaşamına, yaşadıklarına, hayatın ona kattıklarına göre kendini ayarlayan değişik bir şey işte... Anlatması güç, kolay olsaydı, işlevsiz olurdu galiba. Bu bahsi geçelim. Kısacası demem o ki, Yeşil Denizde herkes öyle korkuyor ki mutluluğuyla bir başkasını mutsuz etmekten, hani mutluluğu azıcık semirir de yan koltukta oturan yolcu rahatsız olur diye hep aç kalkıyor mutluluk sofrasından. Doğrunun, iyinin peşindeler. Göz hakkı olan herkes adına... Mutluluk, bunlarla beraber gelirse sefalar getirir ancak. Böylesi bir mutsuzluk, çok ideal, çok muhteşem değil mi? İnsanın mutsuz olası geliyor bazen...
İsmailin evlenme teklifini reddeden Sedef, arkadaşlarına anlatıyordu ya hani, Doğru adamı sevmişim ben, diye. Mutsuz olmak pahasına, Sedefi mutlu etmek için onunla evlenmek istemesinden bahsederken... Doğru adamı sevmek, evet, önemli ama, sen çok da doğru sevmişsin be Sedef! Bu daha önemli. Zümrüt de, İsmail de... Ne garip, dosdoğru insanları dosdoğru seven 3 doğru... keşke uzay geometrisi işlenirken bu kadar asmasaydım dersleri.
Bir de başından beri pek çok kez, pek çok karakter hakkında yazdım durdum da, Emine hiç özel bir paragraf açmamıştım. Kaçıncı bölümdü hatırlamıyorum, bir sahnesi vardı Eminin. İsmailin Zümrütü sevdiğini, Sedeften vazgeçtiğini öğrendiği ve durup düşünmeden İsmailin üzerine atladığı sahne. İzlerken kızmıştım Emine. Bi dur, bi düşün, anlamaya çalış filan gibi şeyler geçirmiş olmalıyım içimden. Ama birkaç gün sonra, mutfaktan çay almış masama dönerken, birden ve sırf o sahne için çok sevdim Emini. O değil de, bilerek ya da bilmeyerek, belki hiç istemeyerek kalbini kırdığında birinin, insanı Emin gibi sarsacak arkadaşları olmalı insanın be! Sırf bir kalbi kırdığı için ona hesap sorabilecek, ucu kendisine zerre dokunmasa da arkadaşının, bir insanın bir kalp kırmasıyla deliye dönecek insanlar olmalı...

Bir de Atiyenin aşk tanımından bahsetmek isterdim aslında. Ama kalbimde demini almadı daha. Borcum olsun, nasılsa bu Yeşil Deniz bir ara kalbimi taşırır yine, okyanus genişliğinde kalpler atarak içimdeki gölden bozma denize...


Yorumlar

karanlık dedi ki…
yine çok güzel bir yazı :)