Yeşil
Deniz’in 23. Bölümünde, Müezzin Cemil’in bütün gün tinerle çalışmaktan kafayı
bulup kınayı basarak tüm kasaba kadınlarının önünde Safiye’ye ilan-ı aşk
edişini, kalbinde ne var ne yoksa döküşünü izlerken, “İnsan neler ediyor
kalbine böyle?” dedim kendi kendime. Komik bir sahne olarak tasarlanmıştı
muhtemelen. Ben hüznün tadını da aldım izlerken. Ve bu, lezzetine lezzet
katmıştı sahnenin. Hani zeytinyağlı yemek yaparken bir küp şeker atılır ya
içine, ya da ne bileyim bazı tatlıların tariflerinde bir tutam tuz vardır. İşte
gerçekten mizahi bir sahnenin içine de bir tutam hüzün katılmalıdır bence.
Abartmadan, ağza gelmeyecek ama lezzete yaptığı katkı anlaşılacak kadar.
Sanırım bugüne dek “sevdiğim” bütün hikâyeler, aramaktan yılmadığım bu lezzeti
bulduğum için “sevdiğim” oldu.
Her neyse,
diyordum ki Cemil, tinerin etkisiyle kalbinin gerçeğini gösterirken herkese,
insanların kalplerini ne çok boyadıklarını düşündüm. Kalplerini gerçek
renkleriyle göstermemek için bazen, bazen bir çatlağın üstünü örtmek için...
Ama her gün kalbimizin bir yerine simsiyah bir boya sürüyoruz işte. Belki ondan
ağırlaşıyor kalbimiz bu kadar. Belki o boyanın ağırlığını taşıyamadığından
ağrıyor böyle... Tiner, kalpteki boya lekelerini de çıkarıyormuş, öğrendik
Cemil sayesinde. Hiç değilse senede bir gün denesek mi biz de?
Emin’in
memleket meselesini öğrenince olayı memleket meselesi hâline getirmesini
izlerken sonra, şu “memleket meselesi” şifresi üzerine düşündüm. Bir kez daha.
Her seferinde olduğu gibi gülümseyerek yine. İlk kullanıldığı sahneden beri
içimi ısıtan bir şifre bu. Zümrüt’le yaşadıklarını, Zümrüt’e hissettiklerini,
Zümrüt’ün hissettirdiklerini hep bu başlık altında anlattı İsmail, Süleyman’a.
Memleketi Zümrüt’tü. Her seferinde de ilk okuyuşumda çarpıldığım o cümle geldi
aklıma: “İnsanın tek vatanı aşkmış meğer.” Masturi
Kabare diye bir kitapta geçiyordu. (İnsanda bir duygu oluşturan,
oluşturmakla kalmayıp can suyunu da veren ve ruhunuzun toprağına sağlamca eken
bir hikâyedir o da bu arada. Fırsatını bulursanız kaçırmayın derim.)
Öyle ya,
insan kendini nasıl yersiz yurtsuz hissediyor kalbî iletişimi kesilince sevdiği
ile. O hâlde mutlaka orası memleketi. Gurbette olmak garibanlıktan daha zor
geliyor şimdi İsmail’e, o yüzden öfkeleniyor belki de “Ağzını gırdığımın
altınları” diye.
Ama yalnız
gurbette olmaktan değil İsmail’in sıkıntısı... Hani bazen, bazı insanların
gönlünün genişliğinde boğulur ya insan, İsmail’in durumu tam da bu değil mi?
Bir yanda Zümrüt’ün bir başkasına acı çektirmeye kıyamayan, onu kandırdığını, kullandığını, duygularıyla oynadığını anladığında dahi İsmail'i kurtarmak için jandarmaya yalan söyleyen, İsmail’e en kızgın
olduğu anda bile Tugay’a karşı onu koruyan, “Aslında sana davrandığı gibi biri
değil hiç,” diyen geniş gönlü, öte yanda Sedef’in yaşadığı ne varsa muazzam bir
olgunlukla karşılayan, sevdiğinin sevgisine, üstelik başkasına duyduğu bir
sevgiye bile sahip çıkan, onu en yakın dostlarına karşı bile savunan, hem
Zümrüt’ü hem İsmail’i Hayat Ağacı’ndan örneklerle yüreklendiren, yani esasen
sevgiyi, sevmeyi, hem de doğru sevmeyi hatmetmiş yüreğinin genişliği.... Tam
ortasında kalakalmış İsmail. Bir tarafta da amcası ile yengesi var. İki kardeşi
sevgide de kızmada da küsmede de, her konuda bir anne baba gibi sahiplenen
geniş yürekleri onların... Süleyman sonra... Bir sürü güzel insanın gönlünün
genişliğinde boğuluyor İsmail. Hani bir bölümde Zümrüt’e demişti ya, “Gamzende
yeşil bir deniz var sanki, çırpınıyorum uğraşıyorum ama çıkamıyorum,” diye,
işte öyle.
Yine de
şanslı adam İsmail. Çünkü bir yüreğin genişliğinde boğulmak, çok daha tercih
edilebilir bir ölüm bir kalbin sığlığına çakılmaktan.
İsmail’in de
gönlü gayet geniş aslında. Hem öyle böyle değil. Zaten bunca gönlü geniş insan
arasında oraya ferahfeza yayılmak varken, hani “kullanmak” diyeceğim, diziye
yakıştıramıyorum, tutup boğuluyorsa orada, o da kendi gönlünün genişliğinden.
Üstelik en anlaşılmadığı, onu en çok anlaması, dinlemesi beklenen insanlardan
biri tarafından hakaret üstüne hakarete uğradığı anlarda bile, öfkesi çabucak
sönen, her şeye rağmen arkadaşını mutluluğunda yalnız bırakmamaya çabalayan,
hem de defalarca reddedilmesine rağmen yılmadan soluğu onun yanında alan,
haklıyken bile dostluğunu kurtarmak için haklılığından vazgeçen bir adam İsmail
neticede...
Aşkın
geometrisini de düşündüm elbet. Üçgenler, beşgenler havada uçuşurken düşünmemek
elde mi? Tamamlandığında, çembere, sonsuzgene dönüşür bütün aşk çokgenleri
dedim içimden. Bir ucundan başlar, aynı uçta biter. Yine de dönüp dolaşıp aynı
yere gelmek değildir bu. Çünkü dönüp dolaşıp aynı yere gelemez insan istese de.
Dönüp dolaşırken gördüklerinden sonra aynı insan olamaz zira. Ve değişen insana
değişiktir aynı kalan. Geometri, güzel bilim.
Yine Masturi
Kabare’de “Öyle yüksek bir kalbi vardı ki sıradan insanlar dünyaya onun
kalbinden bakmaya cesaret edemezdi,” diye bir söz geçiyor. İsmail’in insanların
pencerelerinden bahsettiği konuşmada da bunu düşündüm. İnsanlar, sahiden sadece
kolaylık olsun diye mi kaçınıyorlar başkalarının kalbinden bakmaya? Yoksa korku
mu daha öncelikli neden? Kendini yıkıp yıkıp yeniden yapmaya mı korkuyor insan?
Bir başkasının kalbinde olmak, başlarını döndürüyordur belki. Bilmiyorum ki,
çözebilseydim belki, gözlerim dolmazdı Yeşil Deniz’deki insanların güzelliğini
gördükçe. Süleyman’ın Emin’e “Üzüleceğin bir şeyse söz veremem,” deyişi bu
kadar etkilemezdi belki beni. Sedef’in başına gelen onca şeye rağmen İsmail’in
Zümrüt’e duyduğu aşkı kızlardan gizleyerek İsmail’i onların yargılarından
korumaya çalışması içimi titretmezdi. Ne bileyim ben, çözebilseydim insanların
neden kendilerini, kendi pencerelerine minibüs oyuncakları gibi yapıştırarak
öylece sallanıp durduklarını, gerçekliğimi geride bırakıp böyle bir hayalin
içine girmek istemezdim.
Çünkü benim
hayallerimde acı da var, hüzün de... Öyle güllük gülistanlık değil her şey.
Kimsenin beni tanımadığı bir kasaba filan değil yani. Herkesin “insanı” tanıdığı
bir yer belki... Olsun her şey. Dert de tasa da... Herkes kendini de insanı da
tanısın ama. Ne bileyim, insanların başına ne geliyorsa birilerini kırmamak
için yaptıkları manevralardan gelsin. Yeşil Ova'daki gibi biraz... Yeterince ütopik bi hayal değil mi zaten?
Ne gerek var her şeyin dosdoğru aktığı bir hayale şimdi?
Yorumlar