![]() |
"Bu acımasız dünya çocuklara göre bi' yer değil." |
18. bölümde Yeşil Deniz’e dökülen ırmaklar
bir büyük kaza, bir ayrılık, bir ölüm ve içinden çıkan hazinelere kurban
olunası garibanlıktı. Bölüm bittikten sonra şöyle bir durup kendimi yokladım.
Bu bölümden içimde ne kaldı diye baktım. Ne tuhaf, sadece umut vardı. Üstelik
belki umut sözcüğü bile geçmedi bölüm boyunca. Hani böyle umut mühimdir, umut
hayatın kalbidir filan... Yoktu bunlar. Yine de “Yaralı Güvercin”den içimde
kalan en baskın duygu umuttu.
Tahammül edemediğim dizileri bir kenara
ayırır, kalanların önemli bir kısmını izlerim ben. Bunların bir kısmını
beğenirim. Nadiren de sevdiğim biri çıkar ve “yaz” der bana. Kaza, ölüm,
ayrılık filan, tuttum zihnimde bunları anaakım dizilerin hikâyesine
yerleştirdim. Üç saniye filan sürdü bu. İçim o kadar koyulaştı ki yarım saniye
daha düşünsem umudum içime dökülen çimentoyla beraber kalıplaşarak can
verecekti. Bir ağırlık, bir dram... Uuuu...
Ama bu akşam izlediğim hikâyede tüm bu
“dram”lar yaşandı ve içimde ne bir gram ağırlık ne bir gram karanlık vardı. Şu
hazır gıdaların üzerinde “doğala özdeş” gibi bir ifade geçer ya, öyleydi çünkü
Yeşil Deniz’in ayrılığı da, ölümü de, kazası da. Hayatta görülebileceği gibi...
Doğada bulunduğu şekliyle.
İnsan, zihninde hep akıp giden bir şey
olarak kodlamıştır ya hayatı, çok yerinde bir benzetme aslında bu. Akarsular
yataklarında gâh gürül gürül, gâh geniş bir alana yayıla yayıla akarken geçip
gittikleri toprakları aşındırırlar ya hani, hayat da öyle çünkü. Akıp giderken
yanımızdan, ya da tam içimizden, acıyı da mutluluğu da aşındırıyor. Ufak ufak.
Parça parça. O yüzden hiçbir acı ilk andaki kadar şiddetli sürmüyor. O yüzden
hiçbir mutluluk ilk andaki coşkusunu koruyamıyor. Hayat çünkü, biz öylece
dursak da, aşındıra aşındıra geçip gidiyor. Bir süre sonra, bir parçası yitip
giden acının bıraktığı boşluktan başka şeyler görmeye başlıyoruz mesela. Başka
şeyleri, gündelik dertleri düşünmeye başlıyoruz.
Akarsular o aşındırdıkları parçaları
hiçliğe götürmüyorlar asla. Bir noktada biriktiriyorlar. Hayat da öyle.
İnsanlardan aşındırdığı binbir çeşit duyguyu topluyor, birilerinin yüreğinde
biriktiriyor. Başkalarının duygularını emanet alıyor birileri kendi yüreğine.
Onların sevincinden, onların kederinden hisse alıyor. Yeşil Deniz’in akıntısı,
Ersin’i seçmiş bunun için. Etrafında kim varsa, hepsinin derdiyle dertleniyor
Ersin. Yazar olmak gibi planları var. Onda biriken onca duyguyu nereye
koyacağını bilemediğinden belki. Hafize Ana’nın acısından ve çaresizliğinden
alıyor bir parça. Sınıfta dalga geçiyorlar Atiye’yle, onun utancının bir
ucundan tutuyor sonra. Kasabada kimin gönlüne aşk düşse, Ersin’in yanında alıyor
soluğu. Biliyorlar çünkü, bir ucundan tutar o. “Beni bu insanların dertleri
öldürcek,” diyen, “Koca insanlarsınız, hiç düşünmüyonuz di mi üzülür mü üzülmez
mi?” diyen Ersin, bu hikâyenin en küçük ama en büyük karakteri belki de.
Yeşil Deniz’i bunca temiz tutan, insanın
bencilliği ile sencilliği arasında kurduğu o hem gerçekçi hem ütopik denge
biraz da. Gerçekçi, çünkü gerçek, çünkü var bir yerlerde. Ütopik, çünkü
insanların denizi kirlendi.
Sedef’in kazasının duyulmasından sonra
dünyanın belki de bencilliğe, insanı etrafına kör etmeye en müsait duygusu olan
acı ile sarmalanmışken bile herkesin düşündüğü bir başkası vardı. Naciye, Gonca
duymasın istedi mesela. Sedef kendine geldiğinde “Anneme söylemeseydiniz,
üzülmesin,” dedi. Amcası, İsmail’i yeniden sarıp sarmaladı gönlünde. On yedi
bölüm boyunca altın, para, mal-mülk sevdasıyla izlediğimiz, gömü lafını duydu
mu gözleri Reşat altını gibi kocaman açılan Hicabi’nin ailesine duyduğu katıksız
sevgiyi gördük bu bölüm. Üstelik inandık buna. Hiç sorgulamadan hem de, anında.
Ağladı çünkü. Ağladı ve gözyaşları temizledi gözlerini lekeleyen hırs
kalıntılarını. Ağlayan bir adam, kızı için ağlayan bir baba kötü adam olur mu
hiç?
Biraz tahterevalli gibi ya hayat aslında,
herkesin bencilliği farklı çekiyor kantarda. O yüzden bazısının bencilliği
çöktüğü yerden kaldırmasına bir kederli bakış yetiyor da, bazısı için yüreğinin
toz tutmuş yerlerini temizleyecek büyük bir fırtına gerekiyor. Kıymet verdiğini
bile unutmaya başladığın birinin çekip gitme ihtimali mesela.
Süleyman’ın Cemil’e “Seven adam kendini
aşmayı bilecek!” deyişi sonra, Özdemir Asaf’ı hatırlattı bana. “Aşk, insanın
daha büyük, daha öte bir yere çıkmasına varır,” diyor Asaf. “Orası yalnızlık da
olabilir.” Onların durumu, belki de bencillikle sencilliğin en tatlı, en el ele
dengesi. Hem gönüllerine düşen aşk, hem onları daha öte bir yere taşıyor, hem
dostluklarını. Biliyoruz, yalnızlığa çıkmaz onlar sonunda. Değil mi ki aynı
Asaf, “Aşkın içinde en uzun içtenliklerini en iyi korumasını bilenler
kalmıştır,” diyor, şüphemiz yok ikisinin de içtenliğinden. Cemil’in abdest
alarak aşkını söndürmeye çalışmasından biliyoruz bunu. Süleyman’ın Neşe’ye
hediye ettiği meksefeden.
“Bu acımasız dünya çocuklara göre bi yer değil.”
“Ben çocukluğumu aramak için döndüm bu
kasabaya. Şehirde hiç kimseye güvenemezdim çünkü. Şehirde büyük olmak
gerekiyor. Sonra seni tanıdım, içindeki çocuğu tanıdım, belki beraber mutlu
oluruz sandım. Ha, diyeceksin ki sen hayatında ilk defa mı duvara tosluyorsun,
değil. Belki çok daha kötüleri geldi başıma. Ama ben artık yavaş yavaş büyümem
gerektiğini anlıyorum. Anlıyorum, çünkü bu acımasız dünya çocuklara göre bir
yer değil.”
Böyle dedi Zümrüt, İsmail ile ayrılık
konuşmasında. Daha kötüleri de geldiyse başına, diye düşündüm, neden bu sefer
bunca dağılması? Bu kez başkalarına dokundu diye belki... Ah, Zümrüt’ün
sencilliği, bencilliğinden ağır çekiyor demek ki. Çok durmadım üstünde. Büyüme
kısmına takıldım çünkü asıl. Zümrüt’le konuştum biraz kendi kendime.
Dedim ki, “Doğru diyosun, bu acımasız
dünya çocuklara göre bi yer değil. Öyle. Öyle de, büyürsem bi gün, ben de
dünyayı çocuklara dar eden acımasızlardan olurum diye ödüm kopuyo be Zümrüt!
Kimse bunu seçmiyor çünkü aslında. Büyümenin yan etkisiymiş gibi kendi kendine,
o büyüyenler farkında bile değilken gelip yerleşiyor içlerine sanki. Bu kadar
hafif mi ki acımasızlık, bir ağırlık hissetmiyor insanlar içlerinde? Gel, biz
büyümeyelim yine de. N’olur be! Bir bir büyüyüp gidiyorsunuz ya oynadığımız
bahçeden, akşam ezanı okunmuş da anneleriniz çağırmış gibi, ondan mahzun böyle
İsmail’in kalbinde gördüğün o çocuk. Oynayacak kimsesi kalmıyor diye. Onun
çağrılabileceği tek ev başka kalplerdeki çocuklar diye... Bir bir sönüyor
onların ışıkları diye. Gel, biz büyümeyelim yine de...
Bak, Sedef’in hayaliyle açıldı bölüm.
Sedef’in hayaliyle kapandı aslında. İnsanlar çok uç anlamlar yüklüyorlar
hayallere. Kimisi olumsuz bir sıfat, bir hakaret gibi kullanıyor hayalperesti.
Kimisi de çok şey bekliyor hayalden, tertemiz, pürüzsüz olmalı, coşkulu olmalı,
insanı uçurmalı da uçurmalı.... Oysa hayal dediğimiz şey özünde iç acıtıcıdır,
Sedef’inkiler gibi. İlaçtır çünkü. Acıtır her ilaç gibi. Yine de bir o kaynatır
hayatın insanın içinde kırdıklarını. Bak, nasıl da sarıldı Sedef hayallerine,
nasıl gözleri parlayarak anlattı annesine. İnsan büyüyünce, gözlerine perdeler
çekiyor be Zümrüt. Acıları görmemek için perdeler çekiyor. Acıları hayatın
akışından söküyor zihninde, büyütüyor da büyütüyor. Korkuyor sonra onlardan,
perdelerin ardına saklanıyor. Göremiyor oradan güzellikleri. Hayallerin bile
güzelliğini göremiyor. Ruhunda şimşek gibi parlasa da ara sıra bir hayal,
gözlerinden dışarı taşamıyor. Etkisini yitiriyor ilaç. Biz yine öcülerden
korkalım gel, acılardan değil. Büyümeyelim. Büyüme sen de.”
Sustum sonra. “Bahri’nin kız biraderi”ne
gülüşümü hatırladım. Cemil’in bir anda selaya başlamasına attığım kahkahanın
sesi çıkmamış daha odadan, onu dinledim bir daha. Zümrüt’ün doktora yazdığı
reçeteye gülümseyişim, bir pencere açılmış gibi havalandırmış ruhumu,
ferahlamışım, onu hissettim. Ersin’in amcasına sarılışındaki sevgiyle ve
hüzünlü mutlulukla ısındım, kombiden tasarruf ettim. Ölçtüm, biçtim, topladım,
umut kaldı elimde. Nefretin uğramadığı, hayatın hayhuyu içinde ne kadar
çatışırlarsa çatışsınlar insani müştereklerde birleşen insanların, hayatta
olumsuz diye kodladığımız ne varsa onlardan sağdıkları umutlar. Sevindim.
Zaten bu hayatta kendime mini mini
sevinçler toplamaktan başka bi başarı beklentim yok. Gözlerinden yüreklerini
görebildiğim insanları seviyorum. Hayal de olsalar seviyorum. Bir hayalde var
olmaları bile ümit veriyor bana. Hayaller, çünkü, bir tür gebeliktir bir yandan
da. Nesilden nesile aktarılır da yüzyıllar sonra doğar belki gerçeğe... Sadece
sevilmeleri gerek biraz. Biraz inanmak gerek onlara. Sevgi, gözlük gibi bir şey
işte... Görünür kılıyor bazen uzakları.
Gözlerine hırstan, beklentiden perdeler
çekmeyen insanların -evet, bir hayaldeki- varlığı gülümsetiyor beni. İçimi
kıpır kıpır ediyor.
Hep diyorum zaten. Bi hayali seversem,
gerçek olsun istemem ben. İsterim ki ben gireyim o hayale, bütün gerçekliğimi
bırakıp geride. Hayalimde, hayalime girdiğimde, istek yapacağım Radyocu İsmail’den: “Boş
yere değil, yok, inanmam. Koşarım yine ardından. Bulsam da olur bulmasam da. Bu
ümit beni bil yaşatan.”
Yorumlar
Ben bu diziye önceleri içeriğini pek bilmediğinden dudak bükerdim, nasil oldu bilmiyorum izlemeye başladım ve bağlandım. Yalnızsam mesela Yeşil Denizi izlediğimde, sanki ailemden birileriyle buluşmuş gibi oluyorum, böyle tarifi zor ama güzel duygular içine sürükleniyorum.
Kusura kalmayın cok uzun yazdım, son olarak beni en etkileyen ibareniz:Sevgi, gözlük gibi bir şey işte... Görünür kılıyor bazen uzakları.