Olağan da Üzer

"Rivayet o ki bir zamanlar, o eski güzel günlerde, kadim zamanlarda durum farklıymış. Ölüm şimdi olduğundan çok daha konuşkan ve sokulganmış, toplumun ve ailenin bir parçasıymış; ölümle karşılaşmaktan kaçınılmazmış ve çok yakın bir dostluk söz konusu olmasa da senlibenli bir ilişki varmış. Son iki yüz yılda bu durum temelden değişti. Ölüm sessizleşti; artık bizden sessizlik talep ediyor ve biz de memnuniyetle bu emre uyuyoruz," diyor Patrick Süskind Aşk ve Ölüm Üzerine adlı kitabında.
Bir belediye otobüsündeydim okurken. Durdum. Kitabı kapadım. Aklıma gelen ilk çağrışım, elbette George Orwell'ın Daralma'sıydı. 2007 senesinde okumuştum Daralma'yı. Bende 1984'ten de Hayvan Çiftliği'nden de daha derin izler bırakmıştı. O kitapta şöyle diyordu Orwell:

"Bugünlerde hep böyle yapıyorlar fark ettiniz mi? Her yeni kent, mezarlığını kentin eteklerine kuruyor. Toz ol – Gözüme gözükme! Kimse ölümün hatırlatılmasına tahammül edemiyor. Mezartaşları bile aslında aynı öyküyü anlatıyor. Onlara bakılırsa kimse ‘ölmüyor’ da ‘uykuya dalıyor’ veya ‘sonsuz yolculuğuna çıkıyor’. Oysa eskiden böyle değildi. Kilisemizin avlusu kasabamızın düpedüz ortasındaydı, her gün önünden geçer, büyükbabamızın altında yattığı köşeyi, gün gelip kendimizin yatacağı yeri görürdük."

Ölümü değil de insanların ölüm karşısındaki tavrını düşündüm bir süre o otobüste. Ölümden ve kayıptan bahsetmekten bilhassa kaçınmalarını... Daha on iki yaşında, odamın mezarlığı gören penceresinden bakarken sonların da hikayeye dahil olduğunu düşünürdüm ben. Bir parçası, orta yerinden hiçbir farkı olmayan.
İnsanlar, konuşmayarak, karşısındaki üzülür diye kaçınarak ölümü olağan bir şey olmaktan çıkarıp sıradışılaştırıyorlar. Bir şeylerin sıradışı olması daha cazip geliyor onlara. Sıradışının üzebileceğini düşünüyorlar yalnızca.
Annem mesela, babamın hastalığı döneminde ağrıların arttığından bahsederken, "Sen üzülme, bunlar olağan şeyler," diyordu. Bir şeyin olağan olması, neden üzülmeme engel olsun ki?
Olağanın insanda bir duygu uyandırmayacağı yanılsaması, sıradışının cazipleşmesi, ölümün toplum ve aileden uzaklaşmasıyla aynı döneme mi denk geliyor acaba?
Süskind'in yazısının devamını hâlâ okumadım. Merakımı iyice mayalamalıyım.

Yorumlar