Yedi sene kadar evvelinde, belki de sekiz, böyle bir şeyler karalamıştım. Üzerinde çalışılacaklar dosyasında bekliyor epeydir. Lakin geçen günkü Leyla ile Mecnun bölümünde birkaç defa "matematik hayattır" türü sözler duyunca, aklıma düştü, madem son zamanlarda nostalji yapıyoruz ara sıra, koyalım bunu da dedim. Halen içinde bulunduğum acemiliğimin ilk mertebesi sayılabilecek dönemlere ait çiğlikleri mazur görünüz efenim. (Yine Bizim Külliye - yine bilmemkaçıncı sayı falan filan...)
*
*
HAYAT MATEMATİKTİR
Buradan, bu kadar yüksekten bakınca ne kadar da küçük
görünüyordu her şey. Caddede yürüyen insanlar televizyon ekranındaki altyazılar
gibiydi; rakamlardan oluşan. Kimi “1” gibi zayıf, ince; kimi “0” gibi geniş yer
kaplayan ama içi boş; kimi “8” gibi her zorlukta kıvrılan... Kimisini “2”ye
benzetiyordu, önüne tersten yazılmış bir “2” daha gelsin diye bekleyen. Diğer
yarısı gelsin de bir kalp olsunlar iki tane “2” bir olup diye...
İşte yine sayılar istila etmişti düşüncesini.
Mükerrem, ya da kısaca Kerem, bir türlü kurtaramamıştı yakasını sayılardan.
Sayılar hep aklını, düşüncesini, hayatının her zerresini istila etmişti. Ama az
kalmıştı. Çok az kalmıştı. Biraz sonra tamamıyla kurtulacaktı sayılardan. Üçten
geriye doğru sayacak ve kendini aşağıya bırakacaktı. Son bir işi kalmıştı
sayılarla. Sonra sayılar sonsuza dek çıkıp gidecekti hayatından. Ya da o,
sayıların hayatından çıkacaktı.
Bir kez daha baktı aşağıdaki insanlara. Hayır, bir
daha asla onların arasına dönmeyecekti. Derin bir nefes aldı ve saymaya
başladı:
“Üç...”
üç...
Daha doğmadan hayatına girmişti sayılar. Annesi,
babası küçük köylerindeki herkese “Üçüncü yolda.” diyorlardı. Adı konmadan
sayısı belli olmuştu. Üçüncü...
Yedi çocuklu bir ailenin üçüncü çocuğuydu. Ve bu
sayıdan kurtuluş yoktu belli ki sonsuza kadar.
“Bu da Kerem; bizim üç numara...” derdi babası
misafirlere tanıştırırken.
Sonra “yaş” geldi.
“Maaşallah, Allah bağışlasın. Kaç yaşındasın yavrum?”
5, 6, 7... Ne fark ederdi ki; kendini bildi bileli
yaşıyordu işte.
Çocukluğunun masalcısı, anneannesi hep sayılarla
başlayan masallar anlatıyordu ona. Bir varmış...
Bir yokmuş... Bir yokmuş… Bir
yokmuş’ta kalıyordu Kerem… Keşke hiç olmasaydı bir… Bir olmasaydı diğer sayılar
tutanabilir miydi ki bu hayata? Peri Padişahı’nın hep üç kızı olmazdı mesela,
biri iyi yürekli iken, diğer ikisi kötü yürekli daima. Ya da sadece üç dilek
hakkı olmazdı yardımsever cin ile karşılaşanların. Pamuk Prenses ve Yedi
Cüceler, Ali Baba ve Kırk Haramiler olmazdı. Ve gökten üç elma düşmezdi,
muhtemel bir davetsiz misafiri dışlayarak… Bir olmasaydı...
Okula başlar başlamaz yeni bir sayı
iliştirivermişlerdi isminin yanına. Evde “ üç numara Kerem “ , okulda “124
Mükerrem “ olmuştu. İlkokuldan sonra ortaokul. Bu sefer de “803 Mükerrem”...
Hocalarının onu illa ki isminin başındaki numarayla çağırma meraklarına bir
anlam veremiyordu.
Nefret ediyordu sayılardan ama onlar her dersteydi,
her yerdeydi. Sayılarla daha fazla uğraşacak takati kalmamıştı. Sayılardan
kaçarcasına terk etti okulu. Liseyi okumak istemedi. Babası bu duruma içten içe
sevinmişti aslında belli etmek istemese de. Ne de olsa yedi çocuk okutmak,
büyütmek, böyle geniş bir aileyi geçindirmek pek kolay değildi onun dar
geliriyle. Üstelik tek erkek çocuğuydu Kerem.
“Nasılsa okula gide gele alıştı kasabaya. Etrafı
öğrendi, esnafı tanıdı. Orada bir işe girer, parasını kazanır. Elinden
geldiğince yardım eder bize de.” diye düşünüyordu.
Kasaba okulu hatırlatıyordu Kerem’e; yıllar boyu her
gün istemeye istemeye yollarına düştüğü okulu. Okul da matematiği ve sayıları.
Bu yüzden kasabaya gitmek istemedi. Birkaç yıl babasının işlerine yardım etti
köyde. Tarlalarda, bahçelerde... İşte hayat böyle güzeldi. Ne matematiğe ne de
sayılara ihtiyaç vardı. Bitkiler, kuşlar ve sayısız yıldız... Sayısız...
“Biliyor musun, Mısır’da Nil Nehri senenin belli
dönemlerinde taşarmış. Sınırları kaybolan tarlaların sınırlarını yeniden çizmek
için geometri ve matematiği geliştirmişler.” demişti sıcak bir yaz gecesinde
köyün okula devam eden çocuklarından biri. O günden sonra Kerem için saflığını ve
matematikten arınmışlığını yitirdi köy. Bitkiler, kuşlar sayılara esir oldu.
Bir tek yıldızlar kalmıştı elinde, sayısız yıldız... Ne zaman tarlalara baksa
matematik gelmeye başladı aklına...
*
Aldığı nefesi bıraktı. Başını gökyüzüne kaldırdı ama
yıldızlar yoktu burada. Bir tek o günleri özlüyordu hayatında. Sadece o
günleri... Tekrar nefes aldı ve saymaya devam etti:
“ İki...”
iki...
Hiçbir yere, hiçbir şeye bağlanamıyordu. Köyde de
fazla duramadı, kasabaya gitti. Gider gitmez hayatındaki sayılara bir yenisi
eklendi. “8 numaralı odadaki” olmuştu yerleştiği pansiyonda.
Son zamanlarda kasabada fabrikalar çoğalmasına rağmen
Kerem fabrikada çalışmak istemedi. Fabrikada çalışsaydı yeni yeni sayılar
girecekti hayatına.
“Bu hafta 12-8’im. Haftaya 8–4 çalışacağım.”
Düşüncesi bile korkunçtu.
Küçük bir el arabasında tarak, cüzdan gibi küçük
eşyalar satmaya başladı. Bu, ona göre bir işti. Ne belli bir saati ne de belli
bir yeri vardı. Bütün gün dolaşıyor, akşama doğru kasabanın meydanına
geliyordu. Müşterilerle arası iyiydi.
“Buyur abla.”
“Şu çakmağa gaz...”
“Doldurayım abla kolay iş. Sen fabrikada çalışıyorsun
herhalde.”
“Evet, çok mu belli oluyor?”
“Olmaz mı abla… Buralardan değilsin belli. E buralı
olmayan neden gelsin ki buraya. Bir insanı böyle bir yere ancak iş güç getirir.
Ya devlet kapısında memursunduuur, ya da fabrikada işçi. E devlet kapısında
olsan bu saatte ne işin var sokaklarda? Yanlış mıyım?”
“Doğru vallahi, aynen öyle.”
“Yahu şu turist gâvurun burda işi ne? Anaaa! Buraya
geliyor yahu.”
“Do you speak English?”
“Yes yes buyrun. Abla, bi yardımcı olsana be. Ben
anlamam bu gâvur milletinin dilinden.”
Fiyatlar dışında sayılarla pek işi olmuyordu. Çoğu
zaman da “At işte birkaç kuruş, gönlünden ne koparsa kardeş.” diyordu
aldıklarının fiyatını soranlara. Tabii bir de pansiyondaki odası... Ona bir
çare bulamıyordu.
Hayat yine köyde tarlalarla uğraşırken olduğu gibi
“sorunsuz” yani sayısız devam ederken, Cemal Hoca müşterisi oldu bir gün.
Sekizinci sınıftaki matematik öğretmeni... Kerem’in hiç anlayamadığı,
matematiğe âşık insan... Kerem’in okulu bırakmasına en çok üzülenlerden
biriydi.
“Sayıları sevmiyorum.” dedi Kerem. “oysa onlar her
derste. Matematikte, fende, tarihte, coğrafyada... Sayılardan kaçtım ben,
okuldan değil.”
“Peki kurtuldun mu? Sadece derslerde değil ki sayılar,
her yerde. Şu eşyaların fiyatı, yaşın, telefon numaran, vatandaşlık numaran...
Boş yere bırakmışsın okulu, kurtulamazsın. Hayatın kendisi matematiktir.”
“Ama matematikte iki kere iki
dört eder. Hayatta ise çarpan için 5, 10 bazen daha fazlası; çarpılan içinse
sıfır.”
“Yine de matematiksel bir
sonuç. İdeal insanı bile ancak matematikle tanımlayabilirsin.”
“Nasıl yani? Bu mümkün değil.”
“İnsan 1 gibi olmalı
Ne kadar
büyürse
Büyüsün üssü
Ne kadar
yükselirse
Yükselsin
Kendi kalmalı
Ve insan e
üzeri x gibi
Olmalı
Kaç kez
alınırsa
Alınsın türevi
Kendi olmalı.”
“Hocam lütfen yeter! İnsan sayılarla tanımlanacaksa
insan da olmak istemiyorum. Yeter ki uzak dursunlar benden.”
Cemal Hoca gülümsedi.
“Sen ‘0’ a benziyorsun biliyor musun?”
Yüzü allak bullak oldu Kerem’in. Anlamsızca baktı bir
süre Cemal Hoca’ya. Sonra aklı karmakarışık bir halde sordu:
“Yani hiç miyim? Yok muyum?”
“Hayır hayır. Sıfır başına buyruk bir sayıdır.
Düşünsene, 1 olmadan 2 de olmaz 3 de diğer sayılar da. Oysa hangi sayı var
olmak için 0 a muhtaç ki? Sıfır der ki diğer sayılara ‘Kendi halime bırakın beni. Karışmayın, bulaşmayın bana. Beni kendi
içinize almanız hiçbir şey kazandırmaz size. Tıpkı dışlamanızın sizden hiçbir
şey eksiltmeyeceği gibi. Ama sakın ola benimle çatışmaya, çarpışmaya
yeltenmeyin. İşte o an yutarım sizi, kendi içimde kendime benzetirim. Hele hele
beni kendi aranızdaki bölünmenin faili yapmaya hiç çalışmayın. Unutmayın, sizi
var eden tanımınızdır. Ve bölünmenizin faili ben olursam alırım tanımınızı
elinizden. Tanımsız kalırsınız, yok olur gidersiniz. O yüzden hiç bulaşmayın
bana, kendi halime bırakın beni.’”
“Hocam, lütfen kendi halime bırakın beni.”
*
Sayılar, hatıralarını dolduran sayılar boğuyordu onu.
Aşağı baktı. Yüksekti. Başı döndü. İnsanları sayılara benzetmekten alamıyordu
kendini. İsyan etme isteğini güçlükle bastırdı.
“Sayılar, kendi halime bırakın beni.”
Önce derin bir nefes aldı; sonra belki zihnindeki
sayılar da çıkar gider diye içindeki tüm havayı boşalttı.
“Bir...”
bir...
Köyden kasabaya, kasabadan şehre... Ve yine sayılar...
Yolda “32 numaralı yolcu” ; apartmanda “13 numara”
Üçüncü kattaki evine asansörle çıkarken o küçücük
kabindeki sayılar sinirini bozuyor, içini daraltıyordu. Bir daha hiç binmedi
asansöre.
Şehrin caddelerinde yürürken iyi hissediyordu kendini.
Bir sürü insan vardı caddelerde. O kadar çok insan vardı ki... Köydeki
yıldızlar gibi... Sayısız...
Sayılar olmadan sayısızlık da olmuyordu. Yani sayıların
Kerem’i rahat bırakmaya niyeti yoktu. Sayamadığı insanları sayılara benzetmeye
başladı. Ama en çok lisede okuyan kardeşinden adını duyduğu karmaşık sayılara
benziyordu galiba insanlar. Neyin nesiydi bu karmaşık sayılar bilmiyordu. Ama
adı bile yetmişti ona.
Ne zaman kitap okumaya çalışsa hep sayfanın bir yerine
kondurulmuş sayfa numaralarına takılıyordu gözü. Bir türlü okuyamıyordu
sayfaların içindekileri bu yüzden. Akşamları televizyon izlemek de hiç içinden gelmiyordu.
Televizyonun kumandasında bir sürü rakam... Her rakamın ardında bir sürü başka
rakam...
1-Haberler
“Irak’ta meydana gelen patlamada 12 kişi hayatını
kaybetti.”
2-Haberler
“Geçtiğimiz ayın enflasyon oranının %9,6 olduğu
açıklandı.”
3-Yine haberler
“Bugün 18 Mart’ın, o efsanevi günü 89. yıl dönümü
sevgili izleyiciler.”
4-Bir kez daha haberler
“İMKB Ulusal 100 Endeksi, 2. Seansta 807,34 puan
artarak 33.167,96 puandan kapandı. Hisse senetleri 2. Seansta ortalama yüzde
2,46 değer kazandı. İlk seanstaki 107,73 puanlık artış dikkate alındığında,
Borsa endeksi günün tamamında 915,07 puan yükseldi. Hisse senetlerinin günlük
ortalama değer artışı yüzde 2,80 oldu.”
5-Bu sefer spor haberleri
“Ünlü futbolcu kulübüyle sözleşme yeniledi; 2 yıl daha
takımda top koşturacak.”
6-Yarışma
“Oyların %13.42’sini alarak 2. olan yarışmacı...”
Uzun, upuzun bir sessizlik... “108 Mehmet”
7-Dizi... Şu aşk dizilerinden biri... Aşk dizisi...
İşte matematiğin ve rakamların ulaşamayacağı bir program. Başı sevgilisinin
omzunda, gözleri karşısında uzayan “uçsuz bucaksız” denizde,
“Seni öyle çok seviyorum ki... Şu uçsuz bucaksız
denizden bile büyük sevgim.” diyor genç kız.
Genç adam sevgilisinin saçlarını okşuyor. Onun da
bakışları denizde.
“Öyle sonsuz bir mutluluk ki içimdeki, tarif etmek
mümkün değil.”
Hafif bir müzik eşliğinde deniz tüm ekranı kaplıyor.
Müzik devam ederken bir iş yeri beliriyor ekranda. Takım elbiseli bir adam az
önceki genç kızı kolundan tutup bir odaya götürüyor. Sağ elinin işaret
parmağını genç kızın yüzüne doğru sallayarak
“Onun peşini bırak.” diyor. Kız bir şeyler söyleyecek
oluyor, adam onu susturuyor.
“Sakın bana aşktan söz etmeye kalkma. Hiçbir aşk yüz
milyon dolar etmez.”
Aptal kutusu değil, rakam kutusu... En iyisi şu
rakamsız, kırmızı düğmesine basıp karanlığa gömmek beyaz camı. Ve daha da iyisi
şehrin caddeleri yine...
“Hoşgeldin abi, ne içersin?”
“Bana çay getirir misin?”
“Kaç tane olsun abi?”
“Görmüyor musun, yalnızım.”
“Yani bir tane... Ne biliyim belki hızlı içiyorsundur,
iki tane art arda ister, soğutmadan ikisini de içiverirsin. Her gün ne tipler
geliyor buraya abi.. Bilemiyorsun ki kim ne isteyecek, kaç tane isteyecek.
Hemen geliyor çayın.”
Kurtulamıyordu sayılardan, ne yapsa kurtulamıyordu.
“Pardon, hiç yer kalmamış da, birini beklemiyorsanız
buraya oturabilir miyim?
“Tabii. Buyrun”
Ama bir yolu olmalıydı kurtulmanın, yoksa
çıldıracaktı.
“Buyur abi, çayın.”
“Sağol.”
“Kaç şeker abi? Bir, iki, üç?”
“Şeker istemiyorum.”
“Anladım abi, sıfır yani. Bazısı oluyor şu küçücük
bardağa 5-6 tane şeker atıyor. E biz yanına iki şeker koyuyoruz, geliyor diyor
bana şu kadar daha şeker getir. Yani abi ben de sıkıldım artık, o yüzden
yanımda taşıyorum şekerleri, soruyorum çay isteyene kaç tane diye. Yanlış
anlama yani abi. Haydi afiyet olsun.”
Beyni, yüreği, ruhu, hayatı sayılarla dolmuştu. Cemal
Hoca’nın söylediği doğru olmamalıydı. Hayat matematik olamazdı. Bir çıkışı
olmalıydı bunun.
“Gazeteye bakabilir miyim?”
“Tabii, buyrun.”
“Hava da epeyce serin.”
“Hı hı. Evet. Ama güzeldir böyle havalar, ne çok sıcak
ne çok soğuk.”
“Maaşallah bütün bulmacayı da doldurmuşsun. Hiç boş
yok.”
“Evet. Bulmaca çözmeyi severim. İnsanın beynini
dinlendiriyor.”
“Sen de her şeyi seviyorsun birader.”
“Yok canım olur mu öyle şey. Nasıl sevsin insan her
şeyi? Vardır bizim de sevmediklerimiz. Ha bak nefret etmekten nefret ederim
mesela.”
Çekingen gülüşmeler...
“Bu da güzel birader. Nefretten nefret etmek sevgidir.
Ne de olsa iki eksinin çarpımı artı.”
Kerem’in yüzündeki tebessüm dondu. Galiba haklıydı
Cemal Hoca. Hayat matematikti.
sıfır...
Kerem’in gözünden bir damla yaş döküldü.
“Sıfıra benzemekten sıkıldım artık. Sıfır olmaya, yok
olmaya gidiyorum.” dedi.
Ve sayı zincirinin son halkasını da ekledi (ya da
çıkardı).
“Sıfır...”
Mart 2004
Yorumlar
babam,ben ilkokuldayken adımın başına zero takmıştı,zero aşşağı zero yukarı..bu zeroda ne derdim?...yaş ilerleyince babama kızar olmuştum,bir gün öyle içlendimki,nedenini sormuştum babama ...demişti ki...hayata bakışın hep sıfırca,insanlara baştan sıfır değeri veriyorsun,ya da yaşadığın olaylara sıfırcı gözüyle bakıyorsun ;hayata bakış açını değiştirmelisin...çok haklıydı aslında ..hayatımın her döneminde bunu yapmıştım,hem kendime,hem çevreme....insanların matematikselliği aslında hep içlerindedir,hani mevlana demiş ya insan maematiksel olmalı diye
Sevinci çarpmalı ...
Üzüntüyü bölmeli...
Geçmişi çıkarmalı...
Yarını toplamalı...
Kalbinin derinliklerindeki ihtiyacı hesaplamalı...bence de öyle işte... kalpteki derinlikleri hesaplamak için gereklidir matematik..gerisi bana göre teferruat :)) ...sevgimle,yüreğine kalemine sağlık
Ben sıfırı severim aslında ya. Güzel sayıdır. Bütün sayılar bir'e muhtaçken o değildir. Sıfıra da kötümser bakmamak lazım bir yerde:)
Babamın bir şiiri vardı, çok sık aklıma gelir o da...
*
Hayatı aşka böl, hayat çoğalır
Hayatı aşkla çarp, zaman zor alır
Bütün hayatları topla aşk eder,
Hayattan aşk çıksa elde ne kalır.
Yıldızları süpürürsün, farkında olmadan,
Güneş kucağındadır, bilemezsin.
Bir çocuk gözlerine bakar, arkan dönüktür,
Ciğerinde kuruludur orkestra, duymazsın.
Koca bir sevdadır yaşamakta olduğun, anlamazsın.
Uçar gider, koşsan da tutamazsın...
William Shakespeare
hayatı bilmeden,anlamadan yaşıyorsan,sayılarla aran iyi olsa ne ? bugün bir arkaşım mail ile göndermiş bu şarkıyı bende sana göndereyim...öyle güzel ki...
http://www.youtube.com/watch?v=lqIMU1HRe4Q
sen gibi hüzün kokuyor
Yaşlanmak hoş değil, duvarlara baka baka.
Bir dost göz arayışıyla,
Saat tıkırtısıyla...
Korkmam geçinip gideriz biz mutlulukla,
Ama;
''Günün aydın, akşamın iyi olsun'' diyen biri olmalı.
Bir telefon çalmalı ara sıra da olsa kulağımda.
Yoksa zor değil, hiç zor değil,
Demli çayı bardakta karıştırıp,
Bir başına yudumlamak doyasıya.
Ama ''Çaya kaç şeker alırsın?''
Diye soran bir ses olmalı ya ara sıra...
CAN YÜCEL
insan,insanla değer kazanır,insan,insanı tanıdıkça hayatı anlam kazanır,dostlukla,muhabbetle,yoksa yaşam çekilmez bir hal almaz mıydı..en azından ben böyle düşüyorum,şimdilerde bu ür düşünenleri ya aptal yada saf diye değerlendiriyorlar ya..ben saf olmaya razı olanlardanım ve goethe gibi insan kendini yalnızca insanda tanır diyenlerdenim...çenem yine düştü :) iyi geceler ena, güzel düşlere yelken açman dileğimle iyi uykular