Sentez [Öykü]




Hiç konuşmadan önüme bir fincan kahve bıraktı. Sütlü ve tek şekerli... Bütün alışkanlıklarımı bir defada öğrenmiş ve hiç unutmamıştı zaten. Kahveyi bıraktıktan sonra yavaş yavaş yürüyerek balkona çıktı. Tam bir saattir hiçbir şey anlamadan baktığım kağıtları masaya bırakıp sessizce onu izlemeye başladım. Balkondan hüzünlü şehre bakışı sakinleştiriyordu beni. Hayır, kendimi kandırıyordum. Hüzünlü olan şehir değildi, İbrahim’di. Ve bu hüznün sebebi olmasam da sebebinin sebebi idim.

Ben ona kızgındım; o bana kırgın. Kızgınlık ile kırgınlık kelimeleri arasındaki bir harf farkı çok şeyi değiştiriyordu aslında. Kızgınlık gürültülüydü, kırgınlık sessiz; kızgınlık hareketliydi, kırgınlık durgun; kızgınlık alevdi, kırgınlık köz; ve kızgınlık kırardı karşısındaki insanı, oysa kırgınlık kızmazdı. Bu iki duygu arasındaki farklar, İbrahim ile benim aramdaki farkları da oluşturuyordu aynı zamanda.  

Kızgındım. Ama ona baktıkça hafifliyordu kızgınlığım. Ne zaman kızgınlığımın böyle damla damla tükendiğini fark etsem Gorki’nin Çocukluğum kitabında geçen bir söz gelir aklıma: “Öfke buz gibidir. Sıcağı görünceye dek yaşar.” Bu cümleyi severim ama öfkeyi buza benzetemem nedense. Bana göre daha çok bir aleve benzer öfke. Düştüğü yeri de yakar, çevresini de. O zaman şöyle değiştirebilirim Gorki’nin sözünü: “Öfke alev gibidir. Suyu görünceye dek yaşar.”

İşte yine kendimi oyalıyordum kelime oyunlarıyla. Oysa hiçbir oyun değiştiremezdi onun kırgın, üzgün, bitkin olduğu gerçeğini. Bunlar da yetiyordu üzülmeme ama daha da beteri hepsinin sebebi bendim. Beni kırmamak için kendini kırıyordu. Ve benim onu kırmama izin veriyordu her seferinde. Ben bu gerçeği her fark ettiğimde ona olan kızgınlığım birden bire kendime duyduğum bir kızgınlığa dönüşüyordu.  

Kahveyi yarısına kadar içtikten sonra yerimden kalktım ve yatak odasına yöneldim. Odanın bir kenarına dizilmiş valizlere baktım. Birdenbire bir özlem kapladı yüreğimi. İbrahim’i, evimizi, anılarımızı özledim. Başka da bir şeyim yoktu zaten. Valizler hep ayrılığı ve özlemi hatırlatmaz mı zaten? Bir de hava alanlarında onları beklemenin stresini.  Yatağa oturup gözümü valizlere diktim. Her birinin üzerinde ismim, adresim ve telefon numaram yazıyordu. Ertesi gün gidecektim. Tek başıma...  Böyle bir fırsat kaç defa geçerdi ki elime? Yıllardır hayalini kurduğum uzaklara gönderiyordu beni çalıştığım şirket. Üstelik geri çevrilmesi zor imkânlar da sunuyordu.

Haberi ilk aldığımda kuş olup uçacaktım neredeyse. Akşamı zor etmiştim. Eve girer girmez, olan biteni İbrahim’e anlatmıştım sevinçle. Ama o isteksiz bir sükûnetle karşılamıştı bu haberi. İstanbul’dan ayrılmayı kesinlikle istemiyordu. Hiçbir zaman istememişti. Bana gitme de demeyecekti, diyemezdi. Yıllardır bir kez olsun karışmamıştı tercihlerime. Hatta onu tanıdım tanıyalı hiç kimsenin tercihlerine karıştığını görmemiştim. Ama biliyordum, gitmemi istemiyordu. Bu sefer büyük bir ikilem ile karşı karşıyaydı: ya benden ayrı düşecekti ya İstanbul’dan. Benim durumum da farklı değildi. Ya İbrahim’den ayrılacaktım ya da hayatım boyunca beklediğim fırsatı reddedecektim.

Önümüzde üç seçenek vardı; ikimiz birlikte gidecektik, ikimiz birlikte kalacaktık, ya da ben gidecektim, o kalacaktı. Şu Oyun Teorisi’ndeki Mahkumlar Açmazı örneği gibiydi önümüzdeki tablo. Eğer ikimiz birlikte gidersek, benim istediğim olacak onunki olmayacaktı. İkimiz birlikte kalırsak ise tam tersi gerçekleşecekti. Bu durumda en mantıklısı üçüncü seçenekti. Ben gidecektim, o kalacaktı. Böylece ikimizin isteği de gerçekleşmiş olacaktı. Biz de yaptığımız kısa bir kâr-zarar(ya da zarar-daha az zarar) analizinden sonra bu seçenekte karar kılmıştık. Ama ben ona kızgındım, o bana kırgın... Mutlu değildik. Öyleyse şu zarar-daha az zarar analizinin bir yerinde hata yaptık. Her şey tam da mantığına uygun görünüyor ama bir şeyleri hesaba katmayı unuttuk galiba. Yoksa ben huzursuz ve kızgın olmazdım. İbrahim kırgın ve durgun olmazdı. Yine çatışmalar başlamıştı duygularımız arasında. Ve çok yakında bir ilerleme kaydedecektik Hegel’e bakılırsa.

Büyüklüğü tartışılsa da tanıştığımız günden itibaren atlattığımız türlü zorluklar sonunda tam da o zorlukların güçlendirdiği mutlu bir evlilik doğmuştu. Biz de filmlere aldanıp hep böyle devam edecek sanmıştık. Filmlerde hikayeler hep böyle biter ne de olsa. Hani güzel bir tanışma öyküsünün ardından akıl almaz maceralar atlatır filmin kahramanları yaşadıkları şehirde. Filmin sonunda her şey daha köklü, daha güzeldir. Başlarındaki belaları savmış, biraz dinlenmek için bir deniz kıyısına gitmişlerdir. Birbirlerinin kıymetini daha iyi anlamış bir halde uzaklara bakarlar mutlulukla. Ve film biter. Sonuç: Birbirlerinin kıymetini daha iyi anlamış iki mutlu insan. Biz onların hep o deniz kıyısında aynı derecede mutlu yaşadıklarına inanırız. Sanki hiç dönmeyeceklermiş gibi... Ama her sentez de sonunda bir teze dönüşüp kendisine bir antitez buluyordu. Hegel söylüyordu bunu. Filmlerin ise umrunda bile değildi. Biz de filmlerdeki gibi sonsuza kadar mutlu yaşacağız sanmıştık. Ama şimdi ben ona kızgındım, o bana kırgın. Mutlu değildik.

Yolculuğum, sevgimizin antitezine dönüşüvermişti hızla.

Mutlu değildik. Sentez bu olmamalıydı. Olamazdı. Çünkü hep mutlu sonla biten bir filmdir diyalektik. Her antitez daha fazla mutluluğa doğru alınan bir yoldur çünkü. Mutsuzluğa yol alarak  ihanet edemezdik Hegel’e.

Yarın gidecektim. İkimizin istediği de gerçekleşecekti. Ama aslında ikimizin de istemediği olacaktı. Birbirimizden ayrılacaktık. İkimiz de mutsuz olacaktık.

Önümüzde üç seçenek vardı; ikimiz birlikte gidecektik, ikimiz birlikte kalacaktık, ya da ben gidecektim o kalacaktı. İkimiz birlikte gidersek ben hayalimi gerçekleştirdiğim için mutlu olacaktım; İbrahim İstanbul’dan ayrıldığı için mutsuz olacaktı. İbrahim’in mutsuzluğuna neden olduğum için de eninde sonunda ben de mutsuz olacaktım. İkimiz de kalırsak ben hayalimi gerçekleştiremediğim için mutsuz olacaktım; İbrahim’den ayrılmadığım için mutlu. İbrahim İstanbul’dan ve benden ayrılmadığı için mutlu olacaktı. Üstelik gitme de dememişti bana. Pişmanlık duymayacaktı. Ve bir süre sonra bana da bulaşacaktı onun mutluluğu. Ondan ayrılmamış olmak daha da kolaylaştıracaktı mutlu olmamı.  Zaten mutlu olmadıktan sonra başarının da bir anlamı olmasa gerek. Ben gidersem ve o kalırsa ben ondan ayrıldığım için mutsuz, hayalime kavuştuğum için mutlu olacaktım. O, benden ayrıldığı için mutsuz, İstanbul’dan ayrılmadığı için mutlu olacaktı. Bu durumda zamanla mutluluklarımız, paylaşamadığımız için körelecek, mutsuzluğumuz körüklenecekti. Duyguları katınca işin içine, nasıl da değişiyor sonuçlar. . Toplamda en büyük mutluluk ikinci seçenekte görünüyor. Hem de iki kişilik bir mutluluk.

Bentham’ın da ruhunu şâd ettikten sonra gülümseyerek yataktan kalkıp mutfağa gittim. Kızgınlığım, Gorki’ye göre iyice erimiş, bana göre ise iyice sönmüştü. İbrahim’e ve kendime birer kahve hazırladım. Kendime tek şekerli ve sütlü, ona ise sütsüz ve şekersiz... Sessizce balkona çıktım. Gülümseyerek kahvesini uzattım. Elindeki boş fincanı yere koyduktan sonra hiçbir şey söylemeden kahveyi aldı. Bana hâlâ kırgındı. Ve hüzünle şehri izlerken benimle nasıl vedalaşacağını düşünüyordu. Onu (ya da kendimi) daha fazla mutsuz etmeye hiç niyetim yoktu. Gülümsememi muhafaza ederek “Çabuk iç.” dedim. Yüzünde anlamsız bir ifadeyle bana baktı. “Daha valizleri boşaltacağız.” Çocuksu bir şımarıklıkla ona biraz daha yaklaştım. Onun yüzündeki anlamsız ifadeye biraz şaşkınlık karıştı ilk önce. Geri kalan boşluğu da sevinç doldurdu ardından. Gülümsedi. Başımı omzuna koydum ve sessizce şehrin ışıklarını izlemeye başladık. Sentez: daha mutlu iki insan... Kimbilir ne kadar zaman sürecekti. Ama şimdi ne ben ona kızgındım ne de o bana kırgın. Mutluyduk...

Mayıs 2005
      ena

*Eski dosyaların içinde bulduğum işbu öykü tahminlerime göre sınavlara çalışırken yazılmış olup gençliğimi tebessümle yad ettirmektedir. 

Yorumlar

coraline dedi ki…
evet ya gençlik kokuyor bu öykü, çaok naif geldi.eline sağlık.
melike dedi ki…
Çok güzel.
Adsız dedi ki…
Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git.
Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler.
Oysa kalbim işte şuracıkta çarpıyordu
Şurda senin gözlerindeki bakımsız mavi, güzel laflı İstanbullar
Şurda da etin çoğalıyordu dokundukça lafların dünyaların
Öyle düzeltici öyle yerine getiriciydi sevmek
Ki Karakoy köprüsüne yağmur yağarken
Bıraksalar gökyüzü kendini ikiye bölecekti
Çünkü iki kişiydik...
çok severim bu şiirini Cemal süreyya'nın...aşk nereye giderse gitsin kokusunu her yere bırakıyor ,sevdaya tutulanda onun büyüsüne kapılıyor...ne güzeldir sevdaya yakalanmak,öyle kolay işte değildir bazen sıyırır geçer,bazen yakar geçer bazen deler geçer ama sende sevda bir ateş bulmuş ,eğilip öpmüş seni...sevda bir umut bulmuş gökyüzünü ikiye bölmüş :)) ne mutlu sana ,dilerim hep böyle sevdalara yakalanırsın...eline,yüreğine kalemine sağlık güzel Ena
Adsız dedi ki…
senin yazıların yüreğime iyi geliyor,hani pamuk şekere doymamış bir çocuğun şeker satıcısının evinin önünden geçmesini büyük bir sabırsızlıkla bekler ya işte bende senin yazılarını öyle sabırsızlıkla bekliyorum,okuduğum zamanda sanki hediye almış gibi seviniyorum...benim de sana verebileceğim bir hediye olsun istediğimden sana bu aralar çokça dinleğim şarkıyı armağan ediyorum tabi kabul görürsen...sevgiyle

http://www.youtube.com/watch?v=TfNuo4RKwWM
ena dedi ki…
@coraline Eski dosyaları karıştırırken buluverdim. Lisede, sınava hazırlanırken de hep derslerden ilhamla şiirler yazardım zaten. Anneme anneler günü hediyesini coğrafya çalışırken yazmıştım misal "Sen bulutlar gibi değilsin annem / Uzak mesafelerden gelirken / bir azalıp bir çoğalmıyor gönlündeki nem / bulutların nemi senin sevgin mi annem?" :))

@melike Sensin o!:))

Ve sevgili adsız, hem güzel sözlerin hem de hediyen için çok teşekkür ederim. Bir hediyeyi hediye yapan, verilişindeki içtenliktir, gerisi boş! Bizde böyle güzel hediyeler geri çevrilmez. Ancak güzel duygulara tahvil edilir ve sonradan sözcüklere dönüşmek üzere yüreğin arazisinde kurumaya bırakılır.

Pamuk şeker diyerek beni "mafettin" ama. Daha geçen gün çubukların üzerine konmuş ve şeffaf poşetle bağlanmış alıcılarını bekleyen pamuk şekerleri gördüğümde aklıma gelmişti. Bizim zamanımızda böyle satılmazdı pamuk şeker. Mahalleye şekerci gelirdi. Özel bir arabası vardı. Alıcı çıktığında kenardan bir çubuk alır, makineyi çalıştırır, çubuğu gezdirirdi etrafında. Biz, mahallenin bütün çocukları onun yolunu gözler, peşine takılırdık. "Biz de yapalım n'olur," derdik, o da kırmazdı bizi. Kendi emeğimizi yerdik ve çoook daha lezzetliydi.
Kocaman bir eyvallah der, günün birinde duyduğum güzelliklere gerçekten layık olabilmeyi dilerim.