[Tarihten Bir Yaprak] DÖNGÜ

Kaçacak hiçbir yer yok muydu gerçekten? İnsanların bakışlarından ve seslerinden uzak bir yer... Öyle bir yer bulsa arkasına bile bakmadan giderdi. Ama... Gidebilir miydi gerçekten? Yanındayken bile özlediği insanlardan bu kadar uzaklaşabilir miydi? Bazen o kadar kızıyordu ki kendine... Ne anlamı vardı ki insanlara böylesine bağlanmanın sanki? Kendi kendine oluşturduğu bu bağlar zamanla ayak bağına dönüşüyordu o fark etmeden. Ne zaman gitmeyi düşünse aynı çıkmaz sokakta son buluyordu düşüncelerinin koşusu. Çaresiz, yine gülümseyip, hatta kahkahalar atıp neşeli cümleler kuruyordu. Sadece gülümsedikçe vardı çünkü. Neşeli cümleleri ardında bıraktığı an “Bir şey mi oldu?” ya da “Niye böyle durgunsun?” veya buna benzer birkaç sorudan ibaret oluyordu varlığı. Cevaba bile ihtiyaç duymadan...

Başını bir dostunun omzuna yaslayıp ağlayan insanlara imrenmişti hep. O, bunu hiç ama hiç yapmamıştı. Yastıkların omzu yoktu ki... Ağlayamıyordu insanların yanında. O kadar uzun zamandır engelliyordu ki kendini, artık istese bile yapamıyordu. Sorulardan ve sorgulayan bakışlardan nefret ediyordu çünkü. Ne yani, öylesine ağlayamaz mı insan? Neden hep aynı soru yöneltilir ağlayan insanlara: Neyin var?

Düşündükçe sinirleniyor, sinirlendikçe ağlama isteği artıyordu.

Güven duygusu... Hiç kimseye güven duymuyor muydu? Öyleydi herhalde. Yoksa mutlaka bir omuz seçerdi kendine. Oysa o hep herkese güvendiğini zannederdi. Hatta bundan emindi, herkese güveniyordu. Demek ki herkese güvenmek aslında hiç kimseye güvenmemekti.

Gerçekleri keşfetmek bu defa bir rahatlama değil rahatsızlık vermişti ruhuna. Huzursuzca döndü yatağında. Günlerdir, her yatağa girişinde kafasına doluşan bu tür düşünceler yüzünden uyuyamıyordu. Bir yolu yok muydu bunlardan kurtulmanın? İnsanların bakışlarından ve seslerinden uzak o yeri bulsa ve gitse... Peki ya bu sorular, bu düşünceler... Herhangi bir mekana ait değildi ki sorular, düşünceler… O halde nereye giderse gitsin kurtuluş da yoktu!

Ama olmalıydı, mutlaka olmalıydı. Madem her şey zıddıyla vardı, o zaman bu derdin de bir dermanı olmalıydı. Bu soruların bir cevabı... Peki neydi ve neredeydi? Giderek daha da kazıklaşıyordu sorular. Ve ardı arkası kesilmiyordu.

Belki ne zamandır içinde taşıdığı o “şey”i – vicdan azabı, galiba… belki…- birilerine anlatsa rahatlardı biraz olsun. O zaman onu böylesine kuvvetli bir şekilde suçlayamazdı düşünceleri. Peki nasıl anlatacaktı? Hangi sözcükleri kullanmalıydı? Kime anlatabilirdi? Bir çıkış yolunun önüne daha duvar örmüştü işte cevapsız sorular. Yine ondan bir adım önce koşup bir anda çıkmaz sokağa dönüştürüvermişlerdi girdiği yolu.


Gözyaşlarıyla ıslanmış yastığı karnına bastırdı. Dizlerini de karnına çekti ve yastığı dizleri ile karnı arasında sıkıştırdı. Başını öne eğdi. İyice büzüldü yorganın altında. Akan gözyaşlarına bakmak istedi. En azından bu olsaydı; ama kalkmadı. Kalkamadı. Kendini bildi bileli nefret ederdi aynalardan. Yalnız yaşamaya başladığından beri hiç ayna sokmamıştı eve. Camlar geldi aklına. Hani geceleri içerinin ışığı yanınca camlar ayna olur ya... Ama… Olmazdı… Yine engeller, yine duvarlar. Artık engellerin ne olduğu ilgilendirmiyordu bile onu. Onların varlığıyla uğraşmaya öyle bir dalmıştı ki kafasını kaldırıp da şekillerine bakmak gelmiyordu aklına.

Yorganın üstüne çıkardı başını. Gözlerini tavana dikti. Fark etmiyordu nasıl olsa. Ne yana baksa hep aynı karanlık... Ruhunda bile!

Hadi kalkıp ışığı açsa her yan aydınlanacaktı odada. Peki ruhunu nasıl aydınlatacaktı?

Müzik dinlese değişir miydi ruh hâli? Daha önce de denemişti, vazgeçti. Su gibiydi müzik. Girdiği ruhun şeklini alıyordu: neşeliyse ruh, neşeli çalıyordu; dertliyse dertli...

Yine herkes, her şey karşısındaydı işte... Bütün dünya ona karşıydı sanki. Öyleyse tek bir yolu vardı onları yanına almanın: kendi yönünü değiştirmek... Yani dönmek...

Gözyaşlarını yastığa silerek öbür yana döndü. Dönmesiyle yine başladı döngü:

Kaçacak hiçbir yer yok muydu gerçekten? İnsanların bakışlarından ve seslerinden uzak bir yer...

Ocak 2003 / ena

Yorumlar