Neyin Romanı?

Uzunca bir dönem yazamadım yine. Bu arada eskisi kadar hızlı olmasa da okudum yine bir şeyler.

Son dönemde adını Turkuvaz Kitapçılık olarak değiştiren Merkez Kitapçılık (ki ben sanırım çok uzun bir dönem daha bu yayınevine ‘Merkez’ diye hitap etmeye devam edeceğim) çalışanları sağ olsunlar birkaç hediye kitap getirmişlerdi. Bunlar da biri de Perihan Mağden’in İki Genç Kızın Romanı idi. Filme de çekilmiş olan bu roman epeyce bahsi geçmesine rağmen henüz okumadıklarım ve aslına bakarsanız okumayı da düşünmediklerim arasındaydı. Ama mademki gelmiş, hoş gelmiş dedik, başladık okumaya.

Kitap, denizde bulunan bir cesetle başlıyor. Aslında gayet de ilginç bir başlangıç. Ama okumaya devam ettikçe cesedin akıbetine dair hiçbir bilgiyle karşılaşılmaması biraz şaşırtıyor sizi. “Neyse,” diyorsunuz, “elbet bağlanır sonunda.”

Kelime oyunları görüyorsunuz bol bol. İlk başlarda eğlenceli geliyor. Karakterlerden biri için “Kurtulur,” diyor mesela. Sonra uzunca bir süre aynı sesleri okumaya devam ediyorsunuz. “Kurtulur. Kurt. Ulur.” Sayfalarda ilerledikçe o kadar sık çıkmaya başlıyor ki bu tür kelime oyunları karşınıza artık görmek bile istemiyorsunuz. İşin ilginci, hikayenin gidişatına zerre kadar da katkısı yok bu çabaların. Tek işlevi sizi hikayeden uzaklaştırıp kelimeler üzerine düşündürtmesi. Başlarda zekice gelen bu oyunlar, sonraları tuhaf bir hal alıyor işte. Hani küçük bir çocuk konuşmayı yeni yeni sökerken bir küfür öğrenir. O küfrü dillendirdiğinde etraftaki herkesin sevgisini kazanır. Kimi güler, kimi kucağına alıp sever. Çocuk bu ilgiden hoşnut, ha bire aynı küfrü tekrarlamaya devam eder. Ama bir süre sonra o sevgi gösterilerinin yerini büyüklerden gelen uyarılar alır. “Aa, ayıp ama evladım,” der büyükler. Devam etmesi halinde ise daha sert uyarılar gelir. İşte böyle bir etki uyandırıyor Perihan Mağden’in kelimeleri didikleyişi de.

Hani hikaye bir cesedin bulunuşuyla başlıyor ya, hikaye devam ederken ara ara birkaç kere farklı cesetlerin farklı kişilerce bulunmasıyla bölünmeye devam ediyor akış. İtiraf etmeli ki kitapta en ilgi çeken bölüm de bulunan bu cesetler. Cesetlerin ortak özellikleri de var elbet. Her birinin üzerlerindeki kıyafetler tek tek dökülüyor. Bakıyorsunuz ki hepsi pahalı markalar. Sonra bu “zengin cesetleri” bulan karakterler çekiyor dikkati. Yazar hepsinden de kelimelerden fışkıran bir iğrenmeyle söz ediyor. Hemen çoğu modern hayattan fırlama karakterler. Kapitalist bir hayat tarzı benimsemiş…

Ana hikayeyi sık sık kesen bu cesetlerin hikaye ile nasıl bağlanacağını düşünerek geçti zamanımın çoğu okurken. Merak içinde bekledim. Ama sonunda gördüm ki hiçbir yere bağlanmıyor. Öyle havada kalmış, alakasız kısa öykülerden ibaretmiş bulunan cesetler. Romanın içinde yeri yok. Ayrık, yabani, alakasız. Sadece yazarın zenginlere duyduğu kini belirtmek için yazılmış izlenimi veriyor.

Ana hikaye ise adından da anlaşılabileceği üzere iki genç kız arasındaki tutku derecesindeki bağlılıktan bahsediyor. İki kızın tanışmalarından itibaren 19 gün süren arkadaşlıkları bu 19 günün tüm detaylarıyla anlatılıyor. Ve bitirince iyi ki daha uzun sürmemiş birliktelikleri diyorsunuz. Zira sadece 19 gün içinde yaşananların anlatısında bile o kadar çok tekrara düşüyor ki hikaye…

Evet, düşününce konu gerçekten yeterince ele alınmamış, bakir bir konu. Öyle de güzel işlenebilirmiş ki. Ama olmamış işte. Bu güzel tohum iyi sulanmamış. Bir aşamadan sonra hep aynı tekrarlarla ilerliyor. Behiye’de hep aynı gelgitler, hep aynı korkular. Hatta bir süre sonra ikili arasında yaşanan olaylar bile sürekli tekrar gibi geliyor.

Kısacası bence yazar elindeki bu güzel malzemeyi iyi işleyememiş. Böyle bir iyi işlenmemiş bir romanın filmi nasıl yapılmış, film ne kadar olmuş merak ediyorum. Ama en çok da İki Genç Kızın Romanı, aslında neyin romanıdır sorusuna bir cevap bulamamanın eksikliğini hissediyorum.

Yorumlar