Başın Öne Eğilmesin / Hıfzı Topuz




Hıfzı Topuz’un, Sabahattin Ali’nin yaşam öyküsünü ele aldığı Başın Öne Eğilmesin adlı biyografik romanı okudum bir süre önce. Aslında biyografik roman derken türün biyografi mi yoksa roman mı olduğuna karar veremediğimden bu tanımlamayı kullandım.

Öncelikle genel izlenimlerimi belirtmem gerekirse, bir kere kitabın anlattığı şeyin oldukça önemli olduğuna inanıyorum. Hıfzı Topuz, kitabında özellikle Sabahattin Ali’nin şaibeli ölümü üzerine yoğunlaşmış ve son dönemlerini ele almış. Ülke edebiyatında oldukça önemli olan bir yazarın hayatı ile ilgili belgelere dayalı gerçekleri öğrenmek, yazar hakkındaki bilginin yaygınlaşmasını sağlama çabası takdire değer.

Lakin birkaç noktada sıkıntı yaşamış olmamı etkilemiyor bu. Amaç aracı meşrulaştırmıyor yani. İlk olarak, kitabın kapağını açmamdan ortalarına gelmeme dek geçen sürede üslup beni oldukça zorladı. Topuz esas olarak oldukça rahat bir anlatım sergilemiş olmasına rağmen beni rahatsız eden bir şeyler vardı. Önsözünde kuru bir biyografi yazmak yerine kurgunun rahatlığına sığınarak bir roman kaleme aldığını dile getiriyor Topuz. Ancak okuyucu, daha ilk sayfalarda bunun alışılagelmiş romanların taşıdığı dil özelliklerini taşımadığını fark ediyor. Mesela bir romanda karakterler tanıtılırken belki ad ve soyadı kullanılabilir başlarda. Ancak ilerleyen bölümlerde cümlenin öznesi olarak sadece ismi kullanılır. Ancak Hıfzı Topuz, sürekli olarak ad ve soyadı birlikte kullanıyor. Ve bu insanın dikkatini çekiyor ve içerikten koparıyor insanı. Roman boyunca sürekli “Sabahattin Ali sabah uyandı.” “Sabahattin Ali kamyon taşımacılığı yapmaya karar vermişti.” “Sabahattin Ali, yakın arkadaşı Mehmet Ali Cimcoz’un evinde kaldı” şeklinde cümlelerle karşılaşıyorsunuz. Bu da yetmiyormuş gibi mütemadiyen birilerinin evinde toplanan insanlardan bahsediliyor ve liste olarak adlar verildikten sonra da o toplantıda yaşanan her şey yine tüm adlar belirtilerek anlatılıyor. Bu yüzden bu kısımları okurken gazete haberlerinde bile isimlerin daha az kullanıldığını düşünmekten alamıyorsunuz kendinizi.

Kitabın ortalarına doğru üsluba alışıyorsunuz ve daha rahat okumaya başlıyorsunuz. (ama yine de türe karar vermekte bir fayda sağlamıyor bu. Sadece onu olduğu gibi kabul etmeye karar veriyorsunuz. Çünkü başka çareniz olmadığını anlıyorsunuz.)

Rahatsızlık veren bir diğer noktayı da yine alıntı benzeri örneklerle açıklayayım. Kitap boyunca şu tür cümle dizileriyle karşılaşıyorsunuz: “O akşam Sabahattin Ali arkadaşlarıyla buluştu. Peki kimdi bu arkadaşlar?” “Kalabalık bir grup halinde mavi yolculuğa çıktılar. Peki kimler vardı bu grupta?” “Gece boyunca oldukça mühim meselelerden bahsedildi. Peki neydi bu meseleler?”

Biraz da objektivite eksikliği beni dürtüp durdu okurken. Herkesin elbette belli konularda bir görüşü ya da duruşu vardır. Ve bunu ifade etmek de en doğal hakkıdır. Ancak, belgesel bir özellik taşıyan bir hayat öyküsünde objektiflikten oldukça uzak duruluşu bende hayal kırıklığı yarattı. Hıfzı Topuz’un arkadaşı Sabahattin Ali’ye olan sevgisi ve onun ölümünde belirli bir sorumluluğu olan Ali Ertekin’e olan nefreti, iki karakterin tasvir edilişlerinde bile ayan beyan görülüyor. Kitabın her cümlesinde Ertekin’i ve arkasındaki karanlık güçleri okuyucunun öfkesinin hedefi haline getirmek ve aynı okuyucunun Sabahattin Ali’ye şefkat ve acımayla yaklaşmasını sağlamak çabası göze çarpıyor. Bu durum da benim gibi “enteresan arkadaşlarda” ters tepme tehlikesi taşıyor. Ben, her şeye rağmen, önemli bir insanın hayatı ve ölümüne dair belgelere dayanarak kaleme alınmış bir eserde objektiflik kaygısı beklerdim. Ama buna dair hiçbir ize rastlayamadım.

Ancak yine de Başın Öne Eğilmesin, Sabahattin Ali hakkında bilgi edinmenin iyi yollarından biri. Ters tepme riski taşısa da, şu anda Kürk Mantolu Madonna’yı okuyor olmama neden olan faktörlerden biridir bu kitap.

Okumak isteyenlere iyi okumalar…

Yorumlar

SERAP dedi ki…
Keşke yazmaya devam etseniz...