TOL/MURAT UYURKULAK




Umudunu Yitirmeyen Devrimcilerin Romanı: TOL

Tol, Murat Uyurkulak’ın ilk romanı. 2002’de Metis Yayınları tarafından basılmış. Okumak için oldukça geç kaldığımı fark ettim. Okuduktan sonra “Keşke daha önce okusaydım” dediğim, sonra da “Neyse canım, hiç okumamış olmak da vardı” dediğim bir romandı.

Öncelikle Metis Yayınları’ndan çıkan bir kitap oluşu, kitabın nitelikli olduğu konusunda bir fikir veriyordu zaten. Üstüne iş ortamında günlerce sürek “Tol süpermiş, Tol okuyalım. Tol’a ne zaman başlıyoruz” türü muhabbetlerin ardından nihayet bir arkadaşımın hediye etmesiyle okumaya başladım. Aslında okumak niyetiyle açmamıştım kapağını. Elimde başka bir kitap vardı ve onu bitirdikten sonra başlamak niyetindeydim. Ama uzun zamandır muhabbeti dönen ve bende merak uyandıran bu kitaba şöyle bir göz atayım diye açtım ve kendime geldiğimde 90. sayfadaydım.

Eh, yukarıdaki küçük anı, kitabın dilinin akıcılığı ve anlatımın sizi içine çeken bir özelliğe sahip olduğu konusunda yeterince bir fikir vermiştir zaten. Ama bunu pekiştirmek gerekirse, Murat Uyurkulak, bu ilk roman denemesiyle “Dili kullanımıyla bana enfes bir haz veren yazarlar” kategorisine girdi. Ki itiraf etmek gerekirse o kategoride modern dönemden pek yazar yok. İki oldular şimdi, Elif Şafak ile birlikte.

Uyurkulak tekdüze bir anlatım da sergilemiyor. Tol, aslında birkaç kahramanın ağzından anlatılan bir roman ve her karakterin kendine has bir dili var. Bu dil farklılığı gözünüze sokulmuyor. Romanın her parçası gibi oldukça doğal bir biçimde sunulmuş ve bu da daha etkileyici kılıyor her şeyi.

Hikâye kurgusu ise mükemmele yakın. Tol için söylenen ilk etiket “Bir intikam romanı” etiketi. Buna yenilerini eklemek gerekirse ben “Bir devrim romanı” “Bir yolculuk romanı” “Bir iç içelik romanı” gibi öneriler sunabilirim. Yusuf ile Şair’in Diyarbakır’a doğru süren yolculuğu sizi de içine çekiveriyor ve kitabın son sayfasını Diyarbakır İstasyonu olarak mimliyorsunuz hemen. Her ne kadar sonunu merak etseniz de, yolculuk öyle keyifli ki varmak istemiyorsunuz. Şair’in yolculuk boyunca Yusuf’a okuttuğu hikâyeler, okuyucudan da esirgenmiyor. Onların da bir anda içine dalıveriyorsunuz. Her karakterle ayrı bir hikâyeye dalıyor ve sonunda bu bambaşka hayatların birbirine bağlanışını hayranlıkla okuyorsunuz.

Yolculukları boyunca mütemadiyen içiyor Şair ve Yusuf. Her nevi içkiyi tüketiyorlar. Şarap, rakı, cin, JB… Aklınıza ne gelirse… Ve kitabın anlatım gücü de orada kendini gösteriyor işte. Onlar içtikçe burnunuzda sarhoş insanlardan, sarhoş mekânlardan yayılan o kokuyu duyuyorsunuz her satırda. Kısacası, Uyurkulak oldukça zengin bir dil kullanmış ve bu dili yerli yerince kullanmış.

Her insanın belirli konularda bir duruşu vardır elbet. Dil konusunda da belli bir duruş mevcuttur. Sözgelimi tabuları yıkmak, dilde özgürlük gibi kavramlara sığınıp eserlerinde gerekli gereksiz küfür ve cinsellik kullanan çok yazar bilirim. Ve küfür ve cinselliği olur olmaz kullanan, kullanırken hikâyenin akışına yediremeyen ve o öğelerin durdukları yerde “Ben bu yazarın dil konusundaki duruşuyum hey hey gördünüz mü?” demelerine göz yuman yazarlar pek ilgimi çekmez. Hatta laf aramızda biraz gıcık da olurum. Hani iş ile özel hayatı birbirine karıştırmak gibi, özel nedenlerle sevmediğiniz birine iş yerinde gereksizce sorun çıkarmak gibi gelir bana. İşte Uyurkulak bunu da aşıyor. Kitabın içinde küfür de var cinsle göndermeler de. Ama öyle yerinde kullanılmış, küfürler diyaloglara öyle güzel yedirilmiş ki doğal duruyor. Rahatsızlık vermiyor insana. Her şey gibi küfrü de oldukça sade ve doğal kullanmış yazar.

Kitabın beni en etkileyen bölümü, tuvalet kapısının arkasındaki tuğla ile ilgili bölümdü. O bölümde bahsi geçen olay (henüz okumayanlara saygısızlık etmemek için anlatmıyorum) okuyucunun duygularının sömürülmesine oldukça uygun bir olay. Velakin Uyurkulak bu ihtimale bakmıyor bile. Olduğu gibi, sade ve doğal anlatıyor. Duygu sömürüsü yapmak değil, derdini anlatmak niyeti. İşte sırf ajitasyon yapılmadığı için daha da fazla etkiledi beni. Anlatımdaki sadelik, olayın önüne geçti benim için. Ki zannediyorum Uyurkulak’ın istediği de buydu.

Öte yandan, şimdiye dek okuduğum tüm devrim konulu romanlarda ortak bir özellik vardı. Yazar adeta o günlerde böyle böyle zorluklar yaşadık, şu işkenceleri gördük, psikolojimiz böyle bozuldu, amacımız rüyamız buydu, aramızda hainler çıktı, reklâmcı oldular, sorguda öttüler, biz yurtdışına kaçtık, kaçamayanlara üzüldük, kahrolduk vs türünden bir dolu şeyi söylemenin, okuyucunun kendisine acımasını sağlamanın peşindedir. Ve hemen her devrim romanının taşıdığı ortak özelliklerden biri de 12 Eylül’ün ardından yitirilen umutlardır. Müthiş karamsar ve kasvetli bir ortam vardır bu tür öykülerde. Tol ise reklâmcı olan devrimciden sorguda öten devrimciye kadar hemen her tür devrim romanı klişesini içinde barındırmasına rağmen okuyucuya ona acıması konusunda hiç de baskı kurmayan bir roman. Dili gibi serbest bırakıyor okuyucuyu Uyurkulak bu konuda. Ve kitabın sonuna dek süren, sonunda yine tazelenen bir umut var hep. Umudunu kaybetmeyen devrimcilerin romanı Tol.

İşte bu yüzden çok sevdim Tol’u. Belki Yusuf karakterinin deşilmeyişine kafayı takabilirdim. İşlevsel bir karakter olarak kalmıştı çünkü Yusuf. Tüm bu hikâyelerin bize ulaşmasında görevli koca bir posta teşkilatının isimsiz bir çalışanı gibiydi. Belki deşilebilirdi ama deşilmeden de eksik bıraktığı bir yan kalmadı. Hikâyesiyle, kurgusuyla, diliyle ve umuduyla doyurdu beni.

Şimdi, Uyurkulak’ın 2006’da yine Metis Yayınları’nca basılmış olan Har adlı kitabını okumak için büyük bir sabırsızlık duymaktayım.

Yorumlar

Ludmilla dedi ki…
Döktürmüşsün yine Ena'cım. Ben de üzerinden geçeyim de detaylı bir konuşma yapalım Tol hakkında. Şimdi burada okuyunca canım çekti yine :)

Uyurkulak'ın gerçekten kendine has bir dili var ve çok başarılı bu konuda. Har'ı okuyunca dediğimi daha iyi anlayacaksın. :)
ena dedi ki…
Hadi bakalım, Har gelsin de ikisini birlikte tartışırız inşallah:)
dersaadet dedi ki…
Üçüncüsü bile oldu:)) Sen 2007'de okumuşsun kitabı, ben edindiğimde 2011'di. Ben de dil zenginliğini çok sevdim.