
Her ne kadar benim tarzım olmasa da birkaç arkadaştan duyduğum olumlu sözler beni bu kitabı okumaya sevk etti. Eh, madem okuduk, bir şeyler de yazalım ki boşa gitmemiş olsun okumamız.
Kitabın arka kapağında okuyucu yorumlarına yer verilmiş. Onları da okuyunca daha bir arttı merakım. Arka kapağa sığdırabildikleri tüm yorumlarda, okuyucular Piraye’nin okudukları en güzel kitap olduğunu, daha önce hiç bu kadar etkileyici bir kitap okumadıklarını, ellerinden bırakamadıklarını belirtmişlerdi. Ben de bir an Türk halkının, kitap konusundaki genel beğenileri ile benim bu konudaki beğenilerimin zıtlığını unutarak “Haydi okuyalım bakalım” diyerek ama yine de satın almaya güvenemeyip kitabı bir arkadaşımdan tedarik ederek başladım okumaya.
Hikâye, adından da belli olduğu gibi Piraye adlı bir kızın yaşamından bir kesit. Üniversiteye başlaması ile başlayan ve üniversite hayatı ile üniversite sonrası yaşamının bir bölümünü ele alan bu hikâye gerçekten de kolay okunuyor. Ama kolay okunan her şey akıcı mıdır? İşte bu soru belirdi aklımda ilk olarak.
Kitap gerçekten de kolay okunuyor ve en kötü ihtimalle, çok yoğunsanız ve sadece yatarken ya da otobüsle bir yere giderken bile okuyabiliyor olsanız bile 3 gün içinde bitiyor. Ama dediğim gibi ben bu kolay okunan kitabın dili için “akıcı” dersem, her şeyden önce Elif Şafak’ın dili kullanımına hakaret etmiş olurum. (Ki bir parantezle belirteyim, Elif Şafak’a akıcı demek bile tuhaf geliyor bana, zira akıcının da ötesinde bir anlatımı olduğunu düşünüyorum. Akışkan diyorum o yüzden de.) Ben satırların üstünde kayıp gidemedim. Çünkü yazarın seçtiği kelimelerle sorunum vardı. Söz gelimi en sık kullandığı iki fiil “ayrımsamak” ve “duyumsamak”… Ben bu fillerle her karşılaştığımda (ki mide bulandıracak kadar çok karşılaştım) bir kere hikâyeden koptum. Bu kelimelerin kullanılma amacını merak ederken buldum kendimi. Yani neden “Fark etmek” değil de “ayrımsamak”, neden “hissetmek” değil de “duyumsamak”?
Çevremizi biraz gözlemlediğimizde rahatça “ayrımsarız” ki insanlar günlük hayatın dili içinde “Fark ettin mi ya, artık havalar baya erken kararıyor” der. Ya da “İçimde bir acı olduğunu hissettim” deriz. Ben günlük dilde diğer iki kelimeyi kullanan bir insanla pek karşılaşmadım. Bu gözlemi de işin içine katınca, hikâyeden daha da uzaklaştım tabii. Yoksa bu yazar da halkı ve bu “basit” halkın kullandığı kelimeleri reddediyor ve halk ile arasındaki farkı belirtmek için de bu yeni türemiş/türetilmiş kelimeleri mi kullanıyor? Bir kere hikâyenin içinde, bahsi geçen kelimelerin, benim bahsettiğim anlamdaşlarına bir kere bile yer verilmemiş olması ortada bir reddetme olduğunu açıkça ortaya koyuyor zaten. Ama bunun nedenini çözemedim ve okumam boyunca merak ettim. Gördüğünüz gibi hâlâ da merak ediyorum.
Bu kelimelere olan takıntım dışında dil ile ilgili söyleyebileceğim başka bir nokta ise anlatımın benim fikrimce çok basit kaçtığı idi. Ara sıra edebileştirme çabasıyla yazılmış “içimi gelip saran bu hüzün yumağının…” türünden cümleler ise sadece komik kalıyor benim gözümde. (parantez-içi notu: Bu tırnak içindeki örnek cümlemsi tamamen benim uydurmamdır. Kitap elimde olmadığından içinden bir şey seçemedim.)
Kitabın öyküsüne gelirsek, orada da çok büyük bir sorunum vardı benim. Küçük bir noktaya takıldım. Ama bence nokta sanıldığı kadar küçük değil. Kitabın girişinde Piraye tanıtılırken, vurgulanan en belirgin özelliği, Piraye’nin şiir aşığı oluşuydu. Piraye’nin şiir sevgisi (ve hatta tutkusu) sayfalarca dile getiriliyor ve bu sevgi sayesinde üniversitede ilk aşkımsıyı yaşıyor. Kendi sınıflarındaki Arif adlı bir genç ile şiir üzerine bir dostluk kuruyorlar ama Piraye bunun bir aşka evirilmesine izin vermiyor. Ve Arif ortalardan kaybolduktan sonra, Piraye ve şiir kelimeleri neredeyse hiç yan yana geçmiyor. Ama Piraye içten içe yine şiire âşık ve bana göre yetersiz olsa da ara ara “Ah nerde o eski Piraye” türünden cümlelerle, şu anda uğraşmıyor olsa da şiiri hâlâ sevdiği vurgulanıyor.
Ancak, bu şiir âşığı Piraye, Haşim ile nişanlıyken Diyarbakır’a gidiyor, hemen her yeri geziyor ama Diyarbakır’ın en ünlü mekânlarından biri olan Cahit Sıtkı Tarancı’nın müzeleştirilmiş evini görmeye gitmiyor. Haydi Piraye bilmiyor diyelim, Piraye’yi çok sevdiğini iddia eden Diyarbakırlı Haşim de mi bilmiyor? Neyse zaman az, mekân çok, fırsat olmadı diyelim. (Ki bir şiir âşığı ise öncelikli listesine girmeli bu müze ama neyse) Daha sonra Piraye, Haşim ile evlenip Diyarbakır’a yerleşiyor. Mardin, Midyat, Adana, İskenderun… Ne kadar civar il/ilçe varsa geziyor ama Cahit Sıtkı’nın evinden yine tek söz edilmiyor. Bunun açıklamasını da merak etmekteyim lakin, yine de nasıl açıklanırsa açıklansın, bu nokta benim gözümde hikâyenin mantık hatası olma özelliğini kaybedebilir mi emin değilim.
Hikâye boyunca Piraye karakterinin yıllar içindeki değişimi anlatılıyor. Aslında bir yönü hiç değişmezken pek çok yönden değişen bir Piraye var ama ilginç olan şu ki bu değişim için sunulmaya çalışılan nedensellik (aşk) çok yetersiz kalıyor ve değişimi benim için tam olarak mantıklı bir hale getiremiyor.
Eğer derseniz ki “Boş boş oturuyorum, aklım da böyle karmaşık şeyleri algılayamayacak kadar yorgun. Ama yine de kitap okuyormuş gibi görünmek istiyorum”; işte Piraye bu derde deva. Onun dışında bana olan tek katkısı, dil üzerine düşünmeye sevk etmiş olması beni. Ki bu da küçümsenmeyecek bir katkıdır. Eyvallah…
11.09.2007
Kitabın arka kapağında okuyucu yorumlarına yer verilmiş. Onları da okuyunca daha bir arttı merakım. Arka kapağa sığdırabildikleri tüm yorumlarda, okuyucular Piraye’nin okudukları en güzel kitap olduğunu, daha önce hiç bu kadar etkileyici bir kitap okumadıklarını, ellerinden bırakamadıklarını belirtmişlerdi. Ben de bir an Türk halkının, kitap konusundaki genel beğenileri ile benim bu konudaki beğenilerimin zıtlığını unutarak “Haydi okuyalım bakalım” diyerek ama yine de satın almaya güvenemeyip kitabı bir arkadaşımdan tedarik ederek başladım okumaya.
Hikâye, adından da belli olduğu gibi Piraye adlı bir kızın yaşamından bir kesit. Üniversiteye başlaması ile başlayan ve üniversite hayatı ile üniversite sonrası yaşamının bir bölümünü ele alan bu hikâye gerçekten de kolay okunuyor. Ama kolay okunan her şey akıcı mıdır? İşte bu soru belirdi aklımda ilk olarak.
Kitap gerçekten de kolay okunuyor ve en kötü ihtimalle, çok yoğunsanız ve sadece yatarken ya da otobüsle bir yere giderken bile okuyabiliyor olsanız bile 3 gün içinde bitiyor. Ama dediğim gibi ben bu kolay okunan kitabın dili için “akıcı” dersem, her şeyden önce Elif Şafak’ın dili kullanımına hakaret etmiş olurum. (Ki bir parantezle belirteyim, Elif Şafak’a akıcı demek bile tuhaf geliyor bana, zira akıcının da ötesinde bir anlatımı olduğunu düşünüyorum. Akışkan diyorum o yüzden de.) Ben satırların üstünde kayıp gidemedim. Çünkü yazarın seçtiği kelimelerle sorunum vardı. Söz gelimi en sık kullandığı iki fiil “ayrımsamak” ve “duyumsamak”… Ben bu fillerle her karşılaştığımda (ki mide bulandıracak kadar çok karşılaştım) bir kere hikâyeden koptum. Bu kelimelerin kullanılma amacını merak ederken buldum kendimi. Yani neden “Fark etmek” değil de “ayrımsamak”, neden “hissetmek” değil de “duyumsamak”?
Çevremizi biraz gözlemlediğimizde rahatça “ayrımsarız” ki insanlar günlük hayatın dili içinde “Fark ettin mi ya, artık havalar baya erken kararıyor” der. Ya da “İçimde bir acı olduğunu hissettim” deriz. Ben günlük dilde diğer iki kelimeyi kullanan bir insanla pek karşılaşmadım. Bu gözlemi de işin içine katınca, hikâyeden daha da uzaklaştım tabii. Yoksa bu yazar da halkı ve bu “basit” halkın kullandığı kelimeleri reddediyor ve halk ile arasındaki farkı belirtmek için de bu yeni türemiş/türetilmiş kelimeleri mi kullanıyor? Bir kere hikâyenin içinde, bahsi geçen kelimelerin, benim bahsettiğim anlamdaşlarına bir kere bile yer verilmemiş olması ortada bir reddetme olduğunu açıkça ortaya koyuyor zaten. Ama bunun nedenini çözemedim ve okumam boyunca merak ettim. Gördüğünüz gibi hâlâ da merak ediyorum.
Bu kelimelere olan takıntım dışında dil ile ilgili söyleyebileceğim başka bir nokta ise anlatımın benim fikrimce çok basit kaçtığı idi. Ara sıra edebileştirme çabasıyla yazılmış “içimi gelip saran bu hüzün yumağının…” türünden cümleler ise sadece komik kalıyor benim gözümde. (parantez-içi notu: Bu tırnak içindeki örnek cümlemsi tamamen benim uydurmamdır. Kitap elimde olmadığından içinden bir şey seçemedim.)
Kitabın öyküsüne gelirsek, orada da çok büyük bir sorunum vardı benim. Küçük bir noktaya takıldım. Ama bence nokta sanıldığı kadar küçük değil. Kitabın girişinde Piraye tanıtılırken, vurgulanan en belirgin özelliği, Piraye’nin şiir aşığı oluşuydu. Piraye’nin şiir sevgisi (ve hatta tutkusu) sayfalarca dile getiriliyor ve bu sevgi sayesinde üniversitede ilk aşkımsıyı yaşıyor. Kendi sınıflarındaki Arif adlı bir genç ile şiir üzerine bir dostluk kuruyorlar ama Piraye bunun bir aşka evirilmesine izin vermiyor. Ve Arif ortalardan kaybolduktan sonra, Piraye ve şiir kelimeleri neredeyse hiç yan yana geçmiyor. Ama Piraye içten içe yine şiire âşık ve bana göre yetersiz olsa da ara ara “Ah nerde o eski Piraye” türünden cümlelerle, şu anda uğraşmıyor olsa da şiiri hâlâ sevdiği vurgulanıyor.
Ancak, bu şiir âşığı Piraye, Haşim ile nişanlıyken Diyarbakır’a gidiyor, hemen her yeri geziyor ama Diyarbakır’ın en ünlü mekânlarından biri olan Cahit Sıtkı Tarancı’nın müzeleştirilmiş evini görmeye gitmiyor. Haydi Piraye bilmiyor diyelim, Piraye’yi çok sevdiğini iddia eden Diyarbakırlı Haşim de mi bilmiyor? Neyse zaman az, mekân çok, fırsat olmadı diyelim. (Ki bir şiir âşığı ise öncelikli listesine girmeli bu müze ama neyse) Daha sonra Piraye, Haşim ile evlenip Diyarbakır’a yerleşiyor. Mardin, Midyat, Adana, İskenderun… Ne kadar civar il/ilçe varsa geziyor ama Cahit Sıtkı’nın evinden yine tek söz edilmiyor. Bunun açıklamasını da merak etmekteyim lakin, yine de nasıl açıklanırsa açıklansın, bu nokta benim gözümde hikâyenin mantık hatası olma özelliğini kaybedebilir mi emin değilim.
Hikâye boyunca Piraye karakterinin yıllar içindeki değişimi anlatılıyor. Aslında bir yönü hiç değişmezken pek çok yönden değişen bir Piraye var ama ilginç olan şu ki bu değişim için sunulmaya çalışılan nedensellik (aşk) çok yetersiz kalıyor ve değişimi benim için tam olarak mantıklı bir hale getiremiyor.
Eğer derseniz ki “Boş boş oturuyorum, aklım da böyle karmaşık şeyleri algılayamayacak kadar yorgun. Ama yine de kitap okuyormuş gibi görünmek istiyorum”; işte Piraye bu derde deva. Onun dışında bana olan tek katkısı, dil üzerine düşünmeye sevk etmiş olması beni. Ki bu da küçümsenmeyecek bir katkıdır. Eyvallah…
11.09.2007
Yorumlar
http://seraptan.blogspot.com/
Bu yazarın beni en çok sinir eden yanı, bazı gazetelerde (ki kendisi ayrıca mizah yazarlığı da yapıyor.) Aziz Nesin"in kadın versiyonu olarak tanıtılması. Onunla eşdeğer tutulması. Gazetelerde Aziz Nesin ile eşdeğer tutulduğunu öğrenince meraktan bu eşdeğer tutulan kitaplarını okudum... Yazık dedim... Yinede hayranlarına saygısızlık etmek istemem....
Sevgiler
şimdı ıse yureğim senı cok sevdı adlı kıtabı okuyorum..
Piraye,gerçek yaşamdan bir kahraman gibiydi akıp giden anlatımıyla bu kitap beni kendine bağladı.Okunması gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum,Doğu'daki sorunlara ve hayatın gerçeklerine değinmiş.Kitabın sonu keşke bu kadar acıklı bitmeseydi ben çok etkilendim fakat kitabın sonunda gördüğüm hayal ürünüdür yazısı beni hayal kırıklığına uğrattı çünkü çok gerçekçiydi.Bu konuda yazarı yürekten kutluyorum,''Yüreğim seni çok sevdi'' ve ''en son yürekler ölür'' adlı kitaplarınıda okurlara tavsiye ederim..
saygılarımla..